0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » SERBEST KÜRSÜ » Ne Görüyorsun(Uzun Oldu ama tavsiye ediyorum hepinize)

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
erdal58 su an offline erdal58  
Ne Görüyorsun(Uzun Oldu ama tavsiye ediyorum hepinize)

134 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 25.08.2006
En Son On: 24.02.2007 - 20:48
Cinsiyeti: Erkek 
Hiç üç boyutlu bir resme baktınız mı? Mutlaka bakmışsınızdır. Ben ilk tecrübemde, karmakarışık renk ve şekillerin içinde anlamlı bir şeyler görebilmek için epey zorlandığımı hatırlıyorum. Ama bir şeyler göreceğime inanıyordum. Çünkü, evvela bu resimler bizim bir şeyler görebilmemiz için yapılmıştı. İkincisi de çevremde gördüğünü söyleyen ve gördüğü şeylerin güzelliğini ballandıra ballandıra anlatan onlarca insan vardı. Ben de göreceğim inancıyla yola çıkarak biraz zor da olsa görmeyi başarabildim.

“Gözlerin hakikate açılması”, “eşyanın perde arkasına vâkıf olmak”, “varlığın sırrını keşfetmek” gibi sözleri tasavvuf kitaplarından okuyor, tasavvuf büyüklerinden dinliyoruz. İnsanı iç âleminin derinliklerine ulaştıran ve ona ruhunun gücünü keşfettiren tasavvuf anlayışına göre içinde yaşadığımız dünya, sadece görebildiğimiz maddî âlemden ibaret değildir. Çevremizde göremediğimiz nice renkler ve desenler vardır. Mesela bizimle birlikte yaşayan ama göremediğimiz meleklerin, şeytanların ve cinlerin varlıklarını bize din haber veriyor. Burada “birlikte” kelimesiyle zaman ve mekan beraberliğini kastetmiyorum. Çünkü bunlar bize ait, üç boyutlu dünyanın kavramları. Ama bu varlıklar kısmen veya tamamen zaman ve mekan kayıtlarından bağımsız varlıklar. Şu halde bu “birliktelik”in nasıl gerçekleştiği de ayrı bir muamma.

Öte yandan çevremizde gördüğümüz cansız ve şuursuz varlıkların kendi dillerince Allah’ı andıkları, mübarek isimlerini tesbih ettiklerini de bize Kur’an bildiriyor. Taşlar-kayalar, ağaçlar-yapraklar, ırmaklar-denizler, gezegenler-yıldızlar, galaksiler-nebulalar.. kainattaki her nesne kendi dillerinde zikir halkalarına iştirak ediyorlar ama biz onların dillerini anlamıyoruz. Büyük zatların, kullandıkları eşyaya adeta vefa gösterircesine bağlılıklarını ben hep bu espriye bağlamak gerektiğini düşünmüşümdür. Efendimiz’in “Uhud bizi sever, biz de onu” buyurması; bir Hak dostununun tesbihine aşk ölçüsündeki düşkünlüğü; bir diğerinin, kırılan çay kaşığının atılmasına çok kızması ve buldurup tamir ettirmesi; bir başkasının, oturduğu sandalyenin değiştirilmesine tahammül edememesi.. bütün bunlar, gözleri hakikata açık bu büyük zevâtın nesneleri bizim gördüğümüzden daha farklı görmelerinden kaynaklanmaktadır. Bize göre değersiz ve alelâde olan şeyler onların nazarında Allah’ı anan zâkirlerdir. Mesela bizler, rahatsız etti, uykumuzu böldü diye bir cırcır böceğinden yakınırken onlar, bu böceğin avazı çıktığı kadar her tarafa Rabbini duyurmaya çalışması karşısında sabahlara kadar yana yakıla ağlarlar. Bizler, kapımızın önündeki ağaç devrilse umursamayız; onlar, dalından kopup düşen bir yaprağı görünce içlerine baygınlık gelir. Bizim için bir böcek pek bir değer ifade etmez ama onlar tuvalete düşen bir karıncayı kurtarmak için yarım saat uğraşırlar. Bütün bu saydıklarım, onların çevrelerindeki nesnelere bizden farklı bakmalarından kaynaklanır: onlar, canlı-cansız her şeyin Cenab-ı Hakk’ı zikr u tesbih ettiği gerçeğini kavramışlardır ve her bir nesnede Allah’ın mübarek isimlerini temâşâ etmektedirler. Evet, bu âlemin her bir zerresinde Allah’ın isimlerinin tecellilerinin bulunduğu, nereye bakılırsa bakılsın O’nun esmasının cilvelerinin, dolayısıyla O’na ait güzelliklerin görüldüğü işin ehli bu zâtlar tarafından bizlere talim edilen ayrı bir konu. Örnekleri çoğaltabiliriz: Kâinattaki her bir nesnenin bir diğeriyle irtibatı, alâkası.. etkilerini gözlemleyebildiğimiz ama nedenini-niçinini bilemediğimiz câzibe-dâfia (nesneler arasındaki birbirini itme ve çekme kuvvetleri) kanunları.. uzaktan algılama-etkileme tecrübeleri…

Hâsılı; çevremiz, beş duyu ile hissettiklerimizden ibaret değildir. Biz alışkanlık olarak her şeyi üç boyut çerçevesinde değerlendirmekteyiz. Hatta, bu üç boyutun ötesinde derinlikleri olan âlemlerin bizim dünyamıza olan yansımalarını da hep en-boy-derinlik mahkûmu olarak algılamak durumundayız. Bu durumu şu misal çok güzel resmediyor: “Düzlem şeklindeki bir levhanın üzerinde yaşayan iki boyutlu canlılar düşünelim. Bu canlılar yalnızca levhayı ve üzerindeki değişiklikleri algılayabilecek, dışarıdaki üç boyutlu dünyadan hiç haberleri olmayacaktır (Çünkü onlar için üçüncü boyut diye bir gerçek yoktur. Bildikleri ve anladıkları sadece “en” ve “boy”dur). Şimdi de üç boyutlu dünyadan birinin eşit zaman aralıklarıyla ateş ederek levha üzerinde birbiri ardından gelen eşit mesafeli delikler açtığını varsayalım. Bu durumda levhada yaşayan canlılar bu hâdiseyi gözlemledikten sonra bir delikten belli bir süre sonra başka bir delik oluştuğunu görerek, her bir deliğin bir başka deliğin oluşmasına sebep olduğunu düşüneceklerdir. Halbuki o deliğin oluşmasının gerçek sebebi, bir önceki delik değil, ateş eden kişidir.” (Salih Adem, Sızıntı Dergisi, Aralık 1996, 215. sayı) İşte bizler hayatımızdaki her şeyi: doğumları, hastalıkları, ölümleri, musibetleri, felâketleri, depremleri… kendi boyutlarımızın dar çerçevesinden görüyor ve değerlendiriyoruz. Ama başını üç boyut kafesinden çıkarabilenler meselenin hakikatını anlıyorlar; her şeyin ama her şeyin çehresinde O’nu görüyorlar, her bir oluşumun arkasında O’nun olduğunu biliyorlar, “Attığın zaman atan sen değilsin” sırrına uygun olarak her zaman “yapan O’dur, eden O’dur, eyleyen O’dur” sözleriyle bu hakikatı dile getiriyorlar. Bunlardan bazıları, içine girdikleri o âlemin güzellikleri karşısında sermest olup eski hâllerinin monoton iklimine dönmek istemiyorlar. Bazıları ise geri dönüp insanları o âlemin güzelliklerine uyarmaya çalışıyorlar.

Evet, bu insanlar bizden farklı bakıyor ve bizim görmediklerimizi görüyorlar. Siz kabrin başına gidersiniz, gördüğünüz şey toprak, mezar taşı, ot-çalı vs.. dir. Onlar ise o kabirde yatan insanın içinde bulunduğu durumu keşfeder ve bu durum da velililiğin ilk basamağı kabul edilir. Aynı salonda oturursunuz, siz hiçbir şey hissetmessiniz ama onlar üzerinize inen sekineyi size anlatırlar. Gözleri meçhule kayar ve derler ki “Biz Nuh’un gemisindeyiz. Biraz derince baksanız dümenin başındakini görürsünüz”. Elleriyle bir şeyler toplar gibi yaparlar. Sorarsınız, önlerinde temessül eden Cennet’in meyvelerini almak istediklerini söylerler. Oturdukları yerlerden bir pencereden bakıyor gibi size Cennet ve Cehennem’i anlatırlar.

Öyleyse; nasıl ki insan, bir kağıt üzerinde iki boyutlu renk ve desenlere yoğunlaşıp üçüncü boyuta açılabiliyorsa, yol erkânına riayet edip biraz da gayret gösterdiği takdirde çevresindeki üç boyutun ötesinde bir dördüncü, beşinci.. boyutu algılaması mümkündür. Bu kapının ama kırk gün sonra, ama kırk yıl sonra açılması için en azından o kapının açılacağına inancın muhafaza edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü o kapının açılmasının asgari şartıdır inanmak. Manevî iklimlere açılabileceğine inanmayan insanın ilk kaybı o âlemlerin güzelliklerinden mahrum kalma olacaktır.

İnsan, içeri girmeden kapı aralığından bakma mazhariyetine bile erse her şeyi çok farklı görecek. Ve nasıl bunca yıl burnunun dibindeki Cennetlerden habersiz, iç karartan izbelerde yaşayabildiğine şaşıracak. Fırtınalı denizin “Ya Celil, Ya Celil” zikrini, kedi yavrucuklarının “Ya Rahim, Ya Rahim” virdini, gök gürültüsünün “Ya Kahhar, Ya Kahhar” sesini duyacak.. her bir yağmur damlasıyla yere süzülen meleklerin letâfetini, dağlarla müvekkel meleklerin mehâbetini seyredecek.. nuranilerle, ruhanilerle oturup sohbet edecek.. her bir aynaya akseden o Zat-ı Akdes’in ışığından gözleri kamaşacak… Ben bu mazhariyetlere ermiş birisi değilim. Ermek şöyle dursun, uzaktan bir kıvılcımla ümitlenmiş bile değilim. Ben sadece gayret ve vefaya o kapının açılacağına inanan birisiyim.

Şimdi, geriye bir soru kalıyor: Harikalar diyarına götüren kapı nerede? Bu parlak, cıvıl cıvıl dünyaya açılabilmek için ne yapmak gerekiyor? “Hakikata giden yollar mahlûkâtın sayısıncadır” prensibince herkes fıtratına uygun bir yol bulup gidebilir elbet. Ancak bu yolları üç maddede toplamak mümkün: Birinci yol: Ölüm. Evet, herkes öldüğü zaman, ister istemez o âleme gidecektir. Ancak maksat, ölmeden, yani iş işten geçmeden önce o âleme ait sinyalleri alabilmektir. İkinci Yol: Sufilerin “çile”, “riyâzet” veya “erbaîn” dedikleri ve üzerinde çok durdukları ruh yörüngeli bir seyahat. Bunda da maksat bedeni baskı altına alıp ruhun gücünü artırmaya çalışmak ve böylece ruhun enginliklerine açılabilmek. Üçüncü yol: ……...... Sözü çok uzattık, isterseniz “Üçüncü Yol” bir başka buluşmamızın konusu olsun.

erdal 58
Ekleme Tarihi: 21.11.2006 - 21:12
Bu mesajı bildir   erdal58 üyenin diğer mesajları erdal58`in Profili erdal58 Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1416 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
ilhan29 (55), bozadeniz (43), islamboy84 (40), küçük &t.. (49), teknur (50), hlim (51), veleye (60), Abdullah_78 (46), sefa60 (45), Gaziantepli (34), sivasliunsal (48), mcu (44), asess (45), akif21 (61), mimar_sophie (44), mamusali (49), Bilal_YETER (41), edare (42), terrazi (43), FaTMaNuR (60)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.63595 saniyede açıldı