0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » DİĞER DİNİ KONULAR » ANA, BABA ve ÇOCUKLAR

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
ezell su an offline ezell  
ANA, BABA ve ÇOCUKLAR

7 Mesaj

Kayıt Tarihi: 13.02.2007
En Son On: 14.07.2007 - 16:29
Cinsiyeti: ----- 


DUYGULAR VE ADETLER

ANDRE MAUROIS

ANA, BABA ve ÇOCUKLAR

Aile üzerine söz söylemem lâzım gelseydi, kendime esas olarak Valéri’nin cümlesini alırdım: “Her aile, fertlerinden herbirini bunaltan ve onu kendisinde biraz yaşama imkânı kaldıkça yuvadan kaçırtan, içten ve özel bir sıkıntı gizler. Fakat bununla beraber, onun akşam çorbası etrafında toplanışta, her ferdin aldatıcı bir tavır takınmadan olduğu gibi göründüğü aile meclislerinde duyulan eski ve faziletli bir kudreti de vardır.”

Bu sözün sevdiğim tarafı, aile hayatındaki yüğkseklik ve sefaleti aynı zamanda belirtmesidir: Eski ve kudretli bir fazilet... İçten ve özel bir sıkıntı... Evet, hemen hemen her aile bu iki kudreti doğurur.

Romanları açınız, çünkü insan tabiati üzerine bir arada yazılmış sentetik görüşler için büyük romancıların eserlerine başvurmak lâzımdır. Balzac’ta ne buluyorsunuz? Goriot Baba’nın kızlarına olan mutaassıp ve hemen hemen delice bağlılığı; fakat aynı zamanda bu kızların babalarına gösterdikleri soğuk hainlik; diğer bir romanda karısını ve kızını cimriliğiyle ezen Grandet’nin nefret uyandıran evi, buna mukabil de, Béatrix’in başlangıcında, le Guennic’in güzel yuvası. Mauriac’ın eserlerine bakarsak, orada da bu birbirinin aksi hisleri buluyoruz. “Yılanlar Yuvası”nda, öldüğü zaman kendi mal ve parasını aralarında nasıl öleştireceklerini münakaşa eden oğullarını akşam, odasından duyan ihtiyar ve hasta bir adamın acısiyle menfaatleri çarpışan, birbirlerinden nefret eden, fakat bir arada yaşamak zorunda olan bir grup insanın trajik ve burjuvalara hâs korkuları. Fakat “Frontenac Esrarı”nda anlatılamıyacak kadar tatlı bir aile bağı; tıpkı, kulübelerinin dibinde, vücutlarının temasiyle ısınan ve bu müşterek sıcaklıkta korkunç bir âlemle boğuşmak güvenini bulan küçük ve aynı cinsten köpekler arasında rastlanan duyguya benzer, kuvvetli bir duygu.

Romanları kapatıp hayata bakalım. Orada da aynı şey: Akşam çorbası etrafında toplanış... İçten ve özel bir sıkıntı... İçimizden hangimiz, Valéry’nin bu birisi öven, öteki tenkid eden cümlelerini kendi aile hâtıralarına uygun bulmaz? Hangimiz hayatın bir sillesini yedikten sonra, taşradaki ailemizin müsamahakâr sükûnuna sığınmamışızdır? Bir dost sizi aklınız, bir metres de güzelliğiniz için sevebilir; fakat aileniz sizi menfaat beklemeden, ondan doğduğunuz, onun etinden bir parça olduğunuz için sever. Bu böyle iken, sizi herhangi bir insan grupundan daha fazla sinirlendirip kızdıran da yine o olabilir. Gençliğin buhranlı bir devresinde, “Bunalıyorum, artık ailem efradı arasında yaşıyamıyorum; beni anlıyamıyorlar, ben de onları anlıyamıyorum” dememiş kim vardır? Kathérine Mansfield on sekizinde iken, hâtıra defterinde kendisine, “Vazifen kaçmaktır. Burada kalma!” diye bağırıyordu. Nihayet kaçıyor, fakat daha sonra, yabancılar arasında hasta düştüğü zaman, yine aynı defterine: “Şu anda benim için en büyük saadet, büyükannemin gelip beni yatağa yatırması, büyük ve sıcak bir çanak sütle ekmek getirmesi ve şurada, yanıbaşımda, ayakta kollarını kavuşturmuş durarak tatlı sesiyle, “Şunu iç yavrucuğum... Nasıl, hoş değil mi?” demesidir. Oh! Bundan daha mucizevî bir bahtiyarlık olur mu?” diye yazan yine odur.

Gerçek olan şudur ki, aile de, evlenme gibi, yüksekliği yüzünden karışık bir hal alan kurumlardan biridir. Ölü oldukları için, yalnız mücerret fikirler basittir. Aile bir kanuncunun kafasından çıkmış mücerret bir kurum değildir. O, insanların cins itibariyle ikiye ayrılmış olmasının, insan oğlunun zaafının ve bu zaaftan doğan anne sevgisiyle babanın hem anneye, hem de çocuklarına karşı duyduğu sevginin tabiî bir sonucudur. Konumuzu bir sıraya koymak düşüncesiyle, önce bu büyük kurumun değerli taraflariyle, tehlikeli taraflarını inceliyeceğiz.

Faziletlerinden başlıyalım. Çift hakkında söylediğimizi aile hakkında da söyliyebiliriz: Sosyal bir bağ olarak kuvveti, içgüdülere dayanmasından gelir. Bir anneyi çocuğuna bağlıyan duygu, hiçbir anlaşmazlığa meydan bırakmıyan, tamamiyle sâf ve güzel bir duygudur. Çocuk için anne bir tanrıçadır. Kuvvet, kudret onun tarafındadır. Çocuğu o besliyorsa, bütün sevinç ve hayatın kaynağı olur. Hattâ beslemeden sade baksa bile, anne yine acıyı yok eden, her zaman göğsüne sığınılabilecek olan, zevki, sıcaklığı, tatlılığı, sabır ve güzelliği sunan bir varlıktır. Çocuk da anne için bir tanrıdır.

Gerek annelikte, gerek aşkta, fedakârlığı yaratan kendinden başkalarını sevmek arzusudur. Aile de, evlenme gibi, anne sevgisi vasıtasiyle içgüdüye dayanır. Cemiyetin mevcut olabilmesi için “insaniyetin sevmeyi öğrenmesi gerektir.” İnsaniyet de sevmesini bilhassa anne sevgisiyle öğrenir. Bu o kadar doğru bir olaydır ki kadının erkeğe karşı duyduğu sevgide bile anne sevgisi gibi bir şey vardır: George Sand, Musset’yi, Chopin’i seviyor muydu? Evet; fakat bu, şehvet duymaktan ziyade annece bir sevgiydi. Nadir görülen bir hal mi diyeceksiniz? Hayır, sanmıyorum; Madame de Warens’i, Madame de Berny’yi düşünün...

Korumak ihtiyacı birçok kadınlarda, anne sevgisinin bir devamlı bir hali olarak yaşamaktadır. Kadınların kuvvetli bir erkeğe bağlanmaları zâhirî bir haldir; onlar daha ziyade bağlandıkları erkeğin zayıf noktalarını severler. (Bunun hakkında Shaw’un “Candida” ve “Çukulâta Asker” adlı eserlerini okuyunuz).

Çocuğa gelince, o da, gerçekten anne olan bir anneye sahip olmak saadetine malik olursa, hayatının ilk günlerinde hudutsuz ve karşılık istemiyen bir sevginin ne demek olduğunu bir anneden öğrenir. Ömrünün daha ilk yıllarında, dünyanın tamamiyle menfi olmadığını; orada kendisini sevgiyle karşılıyacak eller, daima hazır bir şefkat bulunabileceğini, tam, sâf bir güven besliyen ve mukabilinde hiçbir şey istemeden her şeyi veren varlıklar mevcut olduğunu yine anne sevgisiyle öğrenir. Hayata bu şekilde başlamış olmak bir çocuk için eşsiz bir mânevî mazhariyettir. Başarısızlık ve felâketlere rağmen, hayata karşı güvenlerini sonuna kadar saklıyabilen iyimser insanlar, daha çok iyi bir anne tarafından büyütülmüş olanlardır. Tersine, fena bir anne, beceriksiz ve haklı hareket etmiyen bir anne, çocuğu hayata en trajik bir şekilde başlatan ve dünyaya kötümser ve daima kaygılı insanlar yetiştiren fena bir mürebbiyedir. “Aile Ocağı” adlı eserimde, anne ile çocuğu arasındaki uyuşmazlığın bir çocuk ruhunu nasıl zehirlediğini göstermiye çalıştım. Bununla beraber, çok müşfik, çok hisli bir annenin de çocuğuna, hele erkek çocuğuna, onda yaşından evvel çok kuvvetli ve ihtiraslı duygular uyandırması bakımından çok fenalığı dokunabilir. Stendhal bu konuya el atmış, D. H. Lawrence ise bütün eserini hasretmiştir. İleride nesillerini birbirleriyle olan ilgilerini incelerken, bu nokta üzerine yine döneceğiz ve aynı zamanda daha yavaş yavaş doğan baba sevgisini konuşacağız.

Ailenin faziletlerini ve kötü taraflarını incelemeden ilk öğrendiğimiz şey, o halde, şu oluyor: Aile ilk çocukluk devresinde bir çeşit “sevgi çıraklığı”dır. Hiç şüphe yok ki bizi kızdırmasına rağmen aile muhitinde bulunduğumuz zaman duyduğumuz garip saadet de bundan ileri gelmektedir. Bununla beraber; aile ocağına koşarken bizde mevcut olan güvenin sebebi sade bu hâtıra değildir. Aile aynı zamanda, Valéry’nin de söylediği gibi, herkesin kendisini “olduğu gibi” gösterdiği bir yerdir.

Bu çok büyük ve nâdir bir lûtuf mu? Elbette hayır. Çünkü hayatta bir rol oynamıya mecburuz. Ona göre bir vaziyet takınırız. Herkes bize bir şahsiyet vermiştir. Resmî vazifeler görürüz. Bir cinayet içinde yaşarız. Bir piskoposun, bir profesörün ve bir satıcının hayatlarının büyük bir kısmında, “kendileri olmıya” hakları yoktur.

Birleşmiş bir yuvada, bu sosyal rol sıfıra düşer. Bir ailenin akşam yemeğinden sonraki durumunu gözlerinizin önüne getirin: Bir koltuğa gömülmüş olan baba gazetesini okur veya uyuklar. Anneyi yün örer veya büyük kıziyle bir ev kadınının hayatını karartan üç dört meseleyi gözden geçirir. Oğullardan biri yavaş sesle şarkı söyliyerek bir hafiye romanı okur. İkincisi bir elektrik prizini sökmekle meşguldür. Üçüncüsü radyoda dalgadan dalgaya geçerek söylev veya müzikleri arar. Bütün bunların hepsi akortsuz bir gürültü yaratır. Radyonun gürültüsü babanın okumasını veya uykusunu bozar. Babanın sessizliği anneye üzüntü verir. Anneyle kızın özel konuşması oğulları çileden çıkarır. Zaten yuvada kimse duygularını saklamaz. Orada istiyen surat asabilir, sinirlenince kırıcı hareketler yapabilir, sorulara cevap vermiyebileceği gibi sebep yokken çılgınca bir sevinç gösterebilir. Her fert, anne ve babalarının böyle olduklarını ve mümkün olduğu müddetçe onları oldukları gibi kabul etmek gerektiğini bilir. “Samimi, teklifsiz” kelimesinin çift mânasına bakın. Ne iyi bir misal. Teklifsiz bir hareket demek, çok tekrarlanma yüzünden artık şaşırtmaz olmuş bir hareket demektir. Bir aile dostu için “O yabancı değildir, ailedendir”, denmiye başlanınca, bu onun önünde, cemiyet içinde yapılamıyacak kadar “lâübalî” hareket edilebilir demektir.

Bütün bu aile fertleri, yuvada “sarhoş” eden bir saadet bulamazlar; fakat orada oldukları gibi görünmek hakkını, her zaman oraya kabul edilmek kat’iyetini, rahatı ve Mauriac’ın teşbihini kullanırsak “hayvanî ve emniyet veren bir sıcaklık” bulurlar. Bilirler ki orada birbirini tanıyan ve lâzım olunca birbirlerinin mesuliyetini yüklenecek insanlar arasındadırlar. Meselâ birisi birdenbire başının ağrıdığını, ateşi olduğunu söylese, derhal kovan içinde bir telâş kendini gösterir. Kız kardeş bir yatak hazırlamıya koşar; anne hasta ile meşgulken, erkek çocuklardan biri, soluğu eczanede alır. Hasta olan kendini kat’iyen yalnız kalmış hissedemez. Aile ocağından mahrum bir kimse ise, bu geniş dünyada soğuktan tirtir titremiye mahkűmdur. Amerika, Almanya ve 1914 harbinden sonraki Rusya gibi aile hayatının değişik sebepler yüzünden zayıflamış bulunduğu memleketlerde insanlar, halk kütlesine sokulmak, onlarla birlikte düşünmek ihtiyacını duyuyorlar. Dost ve sıcak bir aile grupunun noksanlığını gidermek için milyonlarca insanın his ve hayatlarına karışmak zorunda kalıyorlar. Böylelikle ilk cemiyetlerdeki birlik hayatını tekrar bulmıya çalışıyorlar; fakat bu, büyük bir millet için, daima sunî ve tehlikelidir.

Birbirine bağlı yaşamak sade aile grupuna inhisar etmez. Roma’da yalnız gerçek akrabalar değil, fakat uzak akrabalar, müşteriler ve köleler de bir kabîle gibi toplu ve birbirleriyle ilgili yaşarlardı. Bugünkü cemiyette, aile artık sabit değildir; fertler dağılırlar, fakat hayatını gürültüsüzce aileye bağlamış birçok uzak yeğenlere, bekâr kalmış halalara rastlanır. Meselâ Balzac’ta “Cousin Pons”, “Calixte Hala”; Mauriac’ta “Frontenac Esrarı”ndaki amca gibi... Péguy, klân üyeleri için yorulmak bilmez bir sabırla üçüncü, hattâ dördüncü batına kadar pul, nişan vesaire biriktiren o büyük siyasî ve üniversiter aileleri büyük bir kudretle tasvir etmiştir.



Klân kelimesini kullandım; peki, ilk klânlarla, yazın plâjda kamp kurmuş bugünkü aile arasında çok büyük bir fark var mı? Anne, orada, kaba çadır bezi altında en küçüklere bakarken, baba daha büyük çocuklarla karides veya kumbalığı avlanmıya gider. Bu vahşi kabîlenin kendine hâs dili de vardır. Birçok ailede kelimeler dışarıdaki mânalarında kullanılmaz. Birçok özel kelime ve tâbirler kullanılır ki, bu kelimeler yabancılara tesir etmediği halde aile fertlerine kahkahayı bastırır. Bu klânlardan bâzılar aralarındaki bu gizli kapaklı işlerden o kadar zevk alırlar ki onlar için diğer insanlar âdeta yoktur. Çok kapalı ve içerisine girilemiyen aileler, çocuklukları karışık geçtiği için ilgi derecelerini tam bulamıyan kardeşler vardır. Bu aileler için dışla ilgi imkânsızdır. Evlenseler bile, bu sayede aileye giren damat veya gelinler daima yabancı kalmıya mahkûmdurlar. Aileye nüfuz etmek kabiliyeti sayesinde kendilerini aileden saydırabilenler hariç, bu şekilde dışarıdan gelenler hiçbir zaman aileden sayılamazlar. Onlara ya “ördek yumurtaları” veya “getirilmiş parçalar” adını takarlar. Sâf kandan olan aile fertlerinin haklarına hiçbir zaman sahip olamadıkları gibi aynı hareketler için daha sert muamele görürler.

Öyle ihtiyar kadınlar tanırız ki onlar için dünyada en önemli insanlar “aileye” mensup olanlardır. Hattâ hiç görmemiş de olsalar, yine aile fertleri onların gözünde değerlerini muhafaza ederler. Bu şekilde aile, sade sevgi değil, fakat dışarıya karşı müdafaa, birleşme demek olan ve bütün aileye şamil bir bencilliğe doğru gider. Gide, “Aile bencilliği şahsî bencilliğe nazaran olsa olsa azıcık daha az çirkindir” diyor. Ben tamamiyle onun fikrinde değilim. Aile bencilliğinde bir tehlike olmakla beraber, bu duygu, şahsı aşan bir sosyal hayat kuruluşuna yardım eden unsurlardan birisidir.

Yalnız ailenin çok kapalı kalmaması, dışarıdan gelen rüzgârlarla havalandırılması gerektir. Valéry’nin sözüne dönelim: “Her aile içten ve özel bir sıkıntı gizler...” Yukarıda her ferdin vücut ve fikrinin gevşediği ve hepsinin kendilerini tabiî hareketlerine bıraktığı bir aile toplantısı tasvir ettik. Dinlenme mi? Evet, fakat bu hürriyet nereye götürür? Bütün frensiz hürriyetler gibi, hayatı güçleştiren bir anarşiye, Alain, birisinin hoşuna gitmeyen bir şeyin kapalı olarak diğerlerine de yasak edildiği ve konuşmalar yerine homurtular duyulan o aileleri şöyle anlatıyor:

“Birisi çiçeklerin kokusundan, diğeri de bağırışlardan rahatsız olur; kimi akşamları, kimi de sabahları sessizlik ister; biri dine dokunulmasını istemez, öteki politikadan söz açılınca dişlerini gıcırdatır; hepsi birbirine veto hakkı tanır ve hepsi bu hakkı büyük bir azametle kullanır. Biri:

-Senin çiçeklerin yüzünden akşama kadar başım ağrıyacak, der.

Öteki:

-Saat on bire doğru gürültüyle kapadığın kapadığın kapı yüzünden sabaha kadar gözümü yummadım, diye sızlanır.

“Her biri sızlanmasını ailenin bir çeşit parlâmento gibi toplu bulunduğu yemek saatine saklar. Az zaman içinde bu karışık imtiyazı hepsi öğrenir ve terbiyenin biricik vazifesi bunu çocuklara öğretmektir.”

Bir gezintide yürüyüş hızı nasıl en ağır yürüyene göre ayarlanırsa, bu gibi ailelerde de hayat en değersiz olanlara göre ayarlanır. Feragat mi? Evet, fakat aynı zamanda ruhî hayat seviyesinin de düşmesi demektir. Bunun delili şudur: Aile sofrasına yabancı, fakat akıllı bir adam davet edilince, seviye kendiliğinden yükselir. Her zaman sessiz olan veya saçma saçma konuşan bir grup insan, neden birdenbire parlak düşünceli insanlar oluyor? Çünkü davetli yüzünden her zaman sarfetmedikleri bir gayret sarfediyorlar da ondan.

Bu yüzden ailenin kapalı kalması iyi değildir. İyi sulanan bir köy gibi ailenin de dıştan gelecek akıntılara açık olması gerektir. Yabancı görünmeden de hazır olabilir. Gerçek mevcudiyeti şart değildir. O bâzan büyük bir müzisyen, büyük bir şairdir. Protestan ailelerinde, İncil’in her gün okunmasının fikirleri nasıl düzenlediğini bir görün. En iyi İngiliz yazarları arasında birçoğu, güzel üslûplarını bu büyük temasla her günkü temaslarına borçludurlar. Bilhassa, bugün İngiltere’de iyi yazan kadınlar varsa, bunun biricik sebebi, bu kadınların İncil’in okunması yüzünden aile gevezeliklerinden kurtulmaları ve erkenden yüksek bir üslûpla karşılaşmalarıdır. Madame de Sévigné veya Madame de La Fayette gibi 17nci yüzyıl Fransız kadınları da, Lâtince sayesinde bu şekilde yetişmişlerdir. Alain, aile hayatında mevcut olan tehlikelerden biri de cümlelerin yarım bırakılmasıdır, diyor. Bu tehlikeyi önlemek için aileyi insaniyetin yarattığı en yüksek eserler ve devamlı bir surette temas halinde bulundurmalıdır. Hepsinin samimiyetle inandığı bir din, sanat sevgisi (bilhassa müzik sevgisi), müşterek bir siyasete inanış, birbirinin yardımına dayanan işler, bir ailenin seviyesini yükselten şeylerdir.

Aile, fertlerinden birinin istisnaî bir değeri olduğu zaman, bu kolay kolay ciddiye alınmaz. Bu ne düşmanlıktan, ne de kıskançlıktan, sadece onu başka bir zaviyeden görmiye alışmış olmasındandır. Bronté kızkardeşlerin hayatını okuyun. Onların her şeyden evvel romancı olduklarını kabul etmiyen bir tek kişi varsa, o da babalarıdır. Tolstoy’un karısı, kocasının dehasını kabul ediyor, çocukları ona hayran oluyor ve onu anlamıya çalışıyorlardı. Fakat kendileri istemese de, kadın ve çocuklar onu, büyük bir yazar kabul etmekle beraber, sabit fikirleri, gülünç tarafları ve saçma hareketleri olan tabiî bir insan olarak görüyorlardı. Kontes Tolstoy için, kocası, “Hizmetçi kullanmak fena bir harekettir” diyen ve ertesi günü, hiç haber bile vermeden on beş kişilik bir şölen istiyen bir adamdı.

Ailede, herkesin nihayet istediği gibi yaşayabileceğini, “ne ise o” olacağını söyledik. Evet, fakat; daha da fazlası olamaz; seviyesinden de yukarı çıkamaz. Meselâ aileden bir aziz çıksa, hepsi buna hayret eder. Bir kahraman da bir konserdeki yanlış nota gibi sırıtır. “Aile dehâyı inkâr etmezse de ona gösterdiği saygı şekliyle değerini azaltır.” Çünkü bu şekil kat’iyen onun fikirlerini anlamak değil, sadece ailede bir dâhi çıkmasından sevinç duymaktır. Meselâ Dupont ailesinden büyük bir vâiz veya büyük bir devlet adamı çıksa, Dupont’lar vâizin sözleri kendilerine dokunuyor veya devlet adamının başardığı devrimler faydalıdır diye değil, fakat Dupont adının gazetelerde çıkmasını şerefli ve meraklı buldukları için sevinirler. İhtiyar hâlâ coğrafyacı olan yeğeninin konferanslarını coğrafyayı sevdiğinden değil, sadece yeğenini sevdiğinden ötürü dinlemiye gider.

O halde ailede müsavat taraftarı bir kifayetsizlik, fikir üstünlüğünü kabul etmeyiş vardır. İşte, aileye karşı baş kaldırmaları, bu duygu izah eder. “Dünya Nimetleri” adlı eserinde André Gide, aileyi şu sözlerle batırır: “Aileler, kapalı yuvalar, sizden nefret ediyorum!” Size onun “Sefih Çocuk” adlı eserini ve kurtuluş, hürriyet tavsiye etmek için ağabeyin küçük kardeşini nasıl çağırdığını da hatırlatırım. En iyi ve en büyük insanların hayatlarında, böylece, kaderin kendilerine verdiği büyük vazifeyi yerine getirmek için, bu ılık yuvadan, bu çok kolay sevgiden ve karşılıklı müsamahadan kaçıp uzaklaşmak gerektiğini duyduğu anlar olmuştur. Bu, Tolstoy’un manastıra, ölüme doğru kaçtığı, bu, gencin “Ananı babanı bırakacaksın!” diye çağıran sesi duyduğu, bu, Gauguin’in Tahiti’de bir resim keşişi gibi yaşamak üzere çoluk çocuğunu bırakıp kaçtığı andır. Her birimiz, hayatımızda hiç olmazsa bir kere ağabeyimizin çağırışını duymuş ve kendimizde, yuvayı bırakıp kaçan o “sefih çocuk”u sezmişizdir.

Bana öyle geliyor ki bunda bir his aldanması vardır. Aileden kaçmak, yani önce tabiî, sonra iradî olan ve bizi ailemize bağlıyan bağları bırakmak demek bence daha az tabiî olan başka bağlara koşmak demektir. Çünkü insan yalnız yaşıyamaz. Bu, manastıra, edebî âleme kaçmaktır ki onların da kendilerine hâs müsamaha, esaret ve kayıtsızlıkları vardır, veya sadece, Nietzsche gibi, çılgınlığa doğru gitmektir. “Başıboş ruh mücerret fikirler arasında mahvolur.” Marc-Auréle’in çok güzel bir şekilde söylediği gibi marifet günlük olaylar dışında büyük olmakta değil. Fakat bulunulan yerde büyük kalmaktadır. Aile hayatından kaçmak kolay, fakat boş ve yersiz bir harekettir. Asıl güç ve güzel olan şey, aile hayatını değiştirmek ve yükseltmektir. Yalnız tabiî olan bir şey varsa, o da nankör yaş denilen ve gençlerin ailenin yüksekliğinden ziyade içinde yaşattığı esareti gördükleri bir an vardır. Bu noktayı iyi anlamak için, önce, aile içinde nesillerin birbiriyle olan ilgilerini daha kesin ve daha açık bir şekilde incelememiz gerekiyor.

Bu ilgilerin başlangıçta, ilk çocukluk çağında, nasıl olduklarını daha önce söyledik. Tabiî olan şekil şu: Annede içgüdüden doğan ve hudutsuz bir şefkat, çocukta taparcasına bir sevgi ve güven. Daha uzağa gitmeden evvel, görünüşte tesirsiz sanılan bu çağda ana baba tarafından yapılan hatâlar hakkında birkaç söz söylemek gerek. Bunların en sık görüleni şımarık çocuk yetiştirmek, yani gerçekte kuvvetsiz olduğu halde, kendisini çok kuvvetli sanmıya alıştırılan ve görünüşteki kuvveti ana babasının zayıflığından doğan bir çocuk meydana getirmektir ki bundan daha tehlikeli bir şey olamaz. Karakter daha hayatın ilk aylarında teşekkül eder. Doğumdan bir yıl sonra, ya bir disiplin tanıyan veya hiçbir disiplin tanımıyan bir insan yetiştirmiş olursunuz. Şu sözü daima duyarım, (ben de sık sık söylemişimdir):

-İnsanın çocukları üzerindeki tesiri az oluyor; karakterler neyse odur, elden bir şey gelmez ki!

Evet ama, çok defa ilk terbiye ile bu karakterler baştan yaratılabilir; hem de akla en az gelen bir terbiye ile, çocuğa daha ilk günlerden başlamak üzere bir nizam itiyadı vererek. Çünkü disiplin tanımıyan bir çocuk acı çekmeye mahkűmdur. Hayat ve cemiyetin değişmez kanunları vardır. Herkes kendi yolunu kendi açar, hem de zahmetle, bıçak ve balta ile, sabır, feragat ve metanetle. Şımarık çocuk ise, yalan ve hayalî bir âlemde yaşar; son nefesine kadar, bir gülümsemenin, bir hiddetin acıma ve sevgi uyandıracağını sanır. Çok zayıf ana baba tarafından gördüğü gibi, karşılıksız sevgi ister. Hepimiz ihtiyar şımarık çocuklar görmüşüzdür. Dehâ sahibi oldukları için iktidar mevkilerine kadar yükselmiş, fakat orada yaptıkları çocukça, şımarık bir hareketten ötürü her şeyi kaybetmiş adamlara rastlamışızdır. Atmış yaşına geldiği halde, hâlâ bir surat asma ile istediğini elde edeceğini sanan kadınlar çoktur. Bunu önlemenin en iyi çaresi, annenin daha çocuk ilk aylarında hayat hakkında sessizce esaslı bilgiler edinilirken, ona disiplini öğretmesidir.

Doktor Adler, çocukları arasında tarafsız olamıyan beceriksiz annelerin ne büyük fenalıklara yol açtıklarını ve ne kadar hasta ruhlu çocuklar yetiştirdiklerini göstermiştir. Birçok yuvalarda, kız ve erkek kardeşler arasında ilgi birer dostluk örneğidir. Yalnız bunun tabiî olduğunu sanmak ihtiyatsızlık olur. “Düşman kardeşler” medeniyetin başlangıcından beri görülüp tasvir edilmiş trajik durumlardan biridir ve durmadan tekrarlanan bir dramdır.

Doğum sırasına göre çocukların işgal ettikleri yer karakterin teşekkülünde oldukça büyük bir rol oynar. Birinci çocuk hemen hemen her zaman şımarıktır. Onun hareketleri, gülümsemeleri henüz birbirine tutkun olan yeni çifte sanki hiç işitilmemiş ve güzel bir hâdise olarak görünür. Ailenin bütün dikkati onun üzerine toplanır. Onun bunu farketmediğini sanırsanız, aldanırsınız... O, tersine, bu dikkatin, bu her şeyde esas oluşunun kendisine yapılması gereken bir muamele olduğunu kabule kadar varır.

Şimdi bir ikinci çocuğun doğduğunu kabul edelim. Bu takdirde ilk doğan, ana baba şefkatini yeni gelenle paylaşmak zorunda olduğunu, hattâ ikinci uğruna kendisinin ihmal edildiğini görünce acı çekecektir. Annede en zayıfın kendisine ihtiyacı olduğu hissi vardır. Bu da tabiî bir duygudur. İlk çocuğunun büyümesi bile onu üzer. Sevgisinin büyük bir kısmını yeni gelene verir. Bu hal, ilk çocuğun tam teşekkülde bulunan ruhunda, silinmesi çok zamana bakan derin ve acı izler bırakacak âni bir değişikliktir. Umumiyetle duygular çocuk ruhunda o kadar trajik bir kuvvet kazanırlar ki bu yüzden yeni gelenin ölümünü temenniye kadar varırlar. Bâzıları sızlanma yoliyle dikkati kendi üzerine çekmiye çalışır. Zayıf insanlar için hastalık ekseriye bir zafer vasıtasıdır. Kadın yaşadığı muhitin merkezi olmak için acıma uyandırmak yoluna baş vuran klâsik bir tiptir. Çocukta da bu gibi gayri şuurî komedilere baş vurmak kabiliyeti vardır. İkinci çocuğun doğumuna kadar çok akıllı uslu olanlar bile, bu doğumdan sonra tahammül edilmez olurlar ve yaptıkları binlerce yaramazlıkla ana babayı hem kızdırır, hem de hayret içerisinde bırakırlar. Halbuki gerçekte, biçareler kendilerine ilgi toplamıya çalışıyorlardır. Adler, büyük çocuk ruhunun bütün hayatı boyunca kendini belli edeceğini ileri sürüyor. Ben de bunu birçoğu için doğru buluyorum. İlk doğanın geçmişle ilgisi, menfaati çoktur. Bu yüzden o muhafazakâr, bâzan da melânkoliktir. İlk çocukluk çağından söz açmasını sever; çünkü en bahtiyar olduğu zaman o çağdır. İkincisi ise gelecekte, ağabeysini geride bırakacağı istikbalde yaşar.

O, olanı yıkmak istiyen alaycı bir tabiattedir.

Son doğan da, hele ağabeyleriyle arasında büyük bir yaş farkı olduğu zaman, şımartılan bir çocuktur. Fakat son doğmuş olmanın ona kazandırdığı durum elinden hiçbir zaman alınamıyacağı için, hepsinden daha bahtiyar bir çocuktur. Ağabeyleri tarafından da iyi karşılanır; çünkü ona karşı âdeta ana baba hali takınırlar. O, ailenin daima “en küçük ve en sevgilisidir.” Çok defa da hayatta başarı gösterir. Sebebi de önce kendisine olan güven, sonrada kendinden daha yaşlı erkek ve kız kardeşleriyle büyüdüğü için, onlar tarafından yetiştirilmiş olmasıdır; üstelik onları da geçmiye çalışırlar. Böylece doğumlarındaki gecikmeyi telâfi ederler.

Ana baba, çocuklarına karşı gösterdikleri sevgide müsavat gütmiye çok dikkat etmelidirler. Bu sevgi gerçek olmasa da (çünkü kimi çocuk kendini ötekilerden daha fazla sevdirecek kadar hoş tabiatli olabilir), hiç olmazsa çocukların önünde, görünüşte bir müsavat güdülmelidir. Dikkat edilecek diğer bir nokta da, ana baba arasında çıkan anlaşmazlığı çocuklara sezdirmemektir. Bir, küçük çocuğun sihirli kâinatını, bir de tanrılar gibi bildiği ana babası arasında muharebe olduğunu görünce duyacağı irkilmeyi düşünün. Önce bundan acı çeker, sonra da saygısını kaybeder. Hayatta her şeye baş kaldıran erkek ve kadınlar, gençliklerinde sık sık ana babalarının tavsiyeleriyle karakterleri arasında aşırı isabetsizlik görmüş olanlardır. Anasını hiçe saymış olan bir kız, sonra herkesi hiçe sayacaktır. Babalarının zulmünü gören çocuklar, hele kızlar, uzun zaman evlenmeyi korkunç bir esaret gibi görürler. “Ailede gerçek bahtiyarlığa kavuşmak, çocuğu tarafından kendilerine saygı gösterilmesini sağlıyabilen ve ona kendileri de saygı gösteren ve lâzım olduğundan ne az, ne de çok disiplin tatbik etmiyen ana babaya müyesser olur. Böyle olunca, çocuğun hürriyet istediği çağa geçişi onların sayesinde ve onların menfaatine olarak en az acı ile olacaktır. Zalim ana babaya kıyasla daha çok sevinç duyacaklardır. “Çünkü şefkat tarafından zulümden temizlenmiş olan sevgi, herhangi bir heyecandan daha nefis bir sevinç verir.

*

**

İşte sakınılması gereken engeller bunlar. Şimdi tekrar nesiller arasındaki tabiî tekâmüle dönelim. Ana ile oğulun meydana getirdikleri cemiyet bütün hayat boyunca en güzel insan gruplarından biridir. Çocukluk çağında annenin küçük tanrısı için duyduğu taparcasına sevgiyi yukarıda anlattık. Olgun yaşta, hele babanın ölümünden sonra, bu bağ tekrar çok güzelleşir; çünkü bir yandan çocuk annesine, öte yandan da anne bu yeni aile başkanına saygı gösterir; bununla beraber, anne tarafından çocuğa karşı müşfik bir koruma da vardır. Birleşmiş iki güzel duygu ki ilk çağlarda veya köylü kalmış cemiyetlerde daha iyi görülür. Böyle cemiyetlerde kadın oğlu ile gelini arasında hâlâ hüküm sürer. Bâzan, yeni aile ile eskisi arasında anlaşmazlıklar da çıkar. Saadetinin geliniyle anlaşmakta olduğunu hissedemiyecek kadar oğlunu sevmiyen bu zalim anne tipi, romancıları en çok ilgilendiren bir konu olmuştur. Önce de söylediğimiz gibi, bu meseleyi açıkça ve en iyi anlatan Lawrence’tir. Mauriac’ın “Genitrix” adlı eserindeki anne tipi, çocuğuna karşı duyduğu derin sevgide şehvet olmadığını sanabilir; fakat gerçek hiç de öyle değildir. “Ruskin’in karısı kocasının daha ziyade annesiyle evlenmiş olması gerektiğini söylerken, hakikati söylüyordu. Lawrence böyle bir ana-gelin anlaşmazlığını çok büyük bir heyecanla anlatabildiyse, bu onun da bu dramın aktörlerinden biri olmasındandır.”

Anne ile kız arasındaki ilgiye gelince, durum biraz farklıdır. Bâzan aralarında hiç eksik olmıyan bir dostluk doğar. Hattâ evlenseler bile annelerinden vazgeçemiyen, onları her gün gören, onlarla yaşıyan kızlar çoktur. Bâzan da, iki kadın arasında bir rekabet baş gösterir. Bunun sebebi, ya genç ve güzel anne büyümekte olan kızının tazeliğinden kuşkulanır veya kendinden henüz emin olmıyan genç kız annesini kıskanır. Böyle durumlardan bu çeşit duyguların doğmamasına çalışmak, tabiatiyle daha yaşlı olanın, yani annenin vazifesidir.

Baba sevgisi bambaşka bir duygudur. Bu sevgide tabiî bir bağ mevcut olmakla beraber, nisbeten daha az kuvvetlidir. Bunun aksini isbat eden Goriot Baba var, diyeceksiz. Daha iyi ya! Anne sevgisinin her türlüsünü, en ileri gidenini bile tabiî karşıladığımız halde, Goriot Baba bize marazî bir tip gibi görünüyor. Biliriz ki iptidaî cemiyetlerde, dayıları tarafından büyütülen çocukları için babanın hiçbir değeri yoktur. Hattâ medeni ve babanın hâkim olduğu bir cemiyette bile, küçük çocuğun büyütülmesi kadına bırakılmıştır. Çok genç çocuk için baba eskiden cenkçi, avcı, bugünse yemek zamanlarında anlaşılmaz üzüntüler, projeler, huylar ve hikayelerle eve dönen bir iş veya devlet adamıdır.

Duhamel’in “Havre’daki Noter” adlı eserinde dişi bir arıyı andıran müsbet düşünceli anne ile, olmaz işler peşinde koşan ve erkek arıya benziyen baba arasındaki tam aykırılığı görebilirsiniz. Dış âlemi temsil ettiği için, baba çocuklara yapacakları işleri hatırlatır. O çocuklardan çok şey bekler, çünkü büyük plânlar kurmuş ve onları hiçbir zaman başaramamış olduğundan çocuklarının daha fazla başarı göstermelerini ister ve bekler. Kendisi başarmışsa, o zaman çocuklarını âdeta işle ezer. Onları mükemmel görmek ister. Çocuklar da insan olmaları yüzünden hiçbir zaman mükemmel olamadıkları için, baba fazla sevgisi sebebiyle çok sert bir adam kesilir. Onlara kendi huylarını miras gibi bırakmak ister; fakat onları isyankâr bulur. Daha sonraları, anne ile kız arasında olduğu gibi, bâzan baba ile oğul arasında rekabet başlar. Baba işlerinin yönetimini oğluna bırakmıya razı olamaz. Hele aynı zanaatin, oğlu tarafından kendinden daha iyi yapıldığını görmek hiç hoşuna gitmez. Bu yüzden rekabet çetin olur. Asıl tabiî anlaşma ana ile oğul arasındaki gibi, baba ile kızı arasında teesssüs eder.

Sophokles’in Antigone’si çağdaş âlemde Tolstoy’un küçük kızında veya devlet adamı, sefir, kâtip olarak babaların sırdaşları olan bâzı kızlarda kendini göstermekte ve yaşamaktadır. En insanî hakikatler için, bir kere daha romancılara baş vuralım: Grandet bir cimriden başka bir şey değildir. Fakat cimriliğini miras gibi kızına geçirmek ister ve neticede, babası öldüğü zaman kızı gerçekten kendisine benzemiye başlamıştır.

Ana baba ile çocukları arasında çıkan sonu kötü anlaşmazlıkların sebebi olgun yaştaki ana babanın çocuklarından olgun yaşlılara hâs duygular ve hareketler beklemeleridir. Çocukların hayata ilk atıldıkları zamanlarda karşılaştıkları zorlukları gören ana baba, o yaşta kendi yaptıkları hatâları hatırlarlar ve bunlardan sevdikleri yavrularını korumak için onlara kendi tecrübelerini aşılamak gibi sâf bir harekete başvururlar. Bu tehlikeli bir teşebbüstür. Çünkü tecrübe aşılanmaz. Her insanın her çağı yaşıyarak geçmesi, “fikirlerin ve çağların” beraber tekâmül etmesi gerektir. Öyle faziletler vardır ki vücudun ihtiyarlığını bağlıdır; hiçbir söz, hiçbir öğüt onları bir gence öğretemez. Madrid’deki Parado Müzesinde “Hayatın Yaşları” adı altında Rönesans’tan evvel yapılmış bir tabloda bir çocuk, bir genç, bir de ihtiyar kadın görülmektedir. Genç kadının omzuna dayanmış vaziyette duran ihtiyar, gençle konuşmakta, ona öğütler vermektedir. Yalnız, hepsi çıplak olduğundan bu öğütlerin yıpranmış bir vücuttan gelişmekte olan genç bir vücuda verildiği, bu yüzden de boş oldukları anlaşılmaktadır.

Tecrübenin bir değeri varsa, o da bir acı mukabilinde elde edilmiş olmasındandır. Bu acı tarafından vücuda kakılmış olan tecrübe, vücutla birlikte fikri de istediği kalıba sokmuştur. Devlet adamını realist yapan şey uykusuz geceler ve gerçekle yaptığı mücadelelerdir; bu uykusuz gecelerini ve mücadelelerini, dünyayı zahmetsizce başka kalıba istiyen genç bir idealiste aşılaması ondan nasıl beklenir? Olgun yaş gençliğe sevginin kaçıcı bir şey olduğunu nasıl kabul ettirir? Polonius’un (*) öğütleri yersiz öğütlerdir, doğru; fakat hepimiz öğüt vermiye başlayınca birer Polonius oluruz. Bize mâna, hâtıra ve misalle dolu gibi gelen öğütlerimiz çocuklarımız için nazarî ve sıkıcı olur. Biz fizyolojik bakımdan mümkün olmıyan bir şeyi, meselâ yirmi yaşındaki bir kızı akıllı uslu ihtiyar bir kadına çevirmek isteriz. Vauvenargues, “İhtiyarların öğütleri kış güneşinin şualarına benzer; aydınlatır, fakat ısıtmaz” diyor.

Gençlerde görülen isyan, olgun yaşlılarda görülen hayal sukutu hep bundan ileri gelir. İşte o zaman, iki ayrı nesilden olan ana baba ile çocukları arasında bir sinir ve takbih havası esmiye başlar. Bereket versin, mâkul ana babalar bu hareketlerin çocukluktan ileri geldiğini düşündükleri için sinirlenme biraz az olur. Coventry Patmore’un “Oyuncaklar” adlı şiirini hiç görüp okudunuz mu? Bir baba çocuğunu fena halde haşlıyor. Akşam eve dönüp küçüğün odasına girince, onu kirpiklerinde yaşlarla uyumuş buluyor. Çocuk, masanın üzerine, içinde kırmızı damarlar bulunan bir taşı, yedi sekiz istiridye kabuğunu, bir şişe içinde birkaç çam çiçeğini ve birkaç kuruş parasını, yani hayatta en çok bağlı bulunduğu şeyleri acısı içinde teselli bulmak gayesiyle sanatla dizmiş, bırakmış. Bu çocukluk, bu dokunaklı zayıflık karşısında babası çocuk ruhunun ne olduğunu anlıyor ve ne yaptığına pişman oluyor.

Biz, bilhassa çocuklarımız gençlik çağında iken, o yaşlarda bizim yaptıklarımızı hatırlamalı ve onların fikir, duygu ve isyanlarına kızmamalıyız. Evet sinirlenip kızmamak çok güçtür. Yirmi yaşımızda hepimiz şöyle düşünürüz: “Bir gün çocuklarım olursa, onlardan hiç ayrılmıyacağım; onlara babamın benim için olmadığı bir baba olacağım.” Elli yaşına geldiğimiz zaman, biz de hemen hemen babalarımız veya annelerimiz kadar baba veya anne oluruz. Sonra, çocuklarımıza sıra gelince, onlar da (bizim daha iyi olmayı çok, fakat boş yere istediğimiz gibi) aynı şekilde hareket edecekler, ama en nihayet bize benziyeceklerdir.

Yalnız bu, artık biz dünyadan çekilip gittikten, onlar da dünyada bizim bugünkü rolümüzü oynamıya başladıkları zaman mümkün olacaktır.

Bir delikanlıda “nankör yaşı” doğuran şikâyet ve mücadele ruhunun nasıl meydana geldiğini görüyorsunuz. Çocukluğun ilk devresinde, herkes “sihirli çağ” denilebilecek bir çağdan geçer; bu müddet zarfında yiyecek, sıcaklık ve zevkler, lûtufkâr tanrılar (ana baba) tarafından sunulmuş nimetlerdir. Birçok çocuk için, dış âlemle karşılaşmak ve çalışmak mecburiyetini duymak büyük bir sarsıntı teşkil eder. Nihayet okula giden ve orada yeni dostlar tanıyan çocuk, bu dostlara bakarak ailesi hakkında hükümler vermiye başlar. O zaman anlar ki önce kendisine “açık”, hem de hava ve su kadar lüzumlu görünmüş olan varlıklar, diğer çocuklar nazarında garip ve az değerli olabiliyorlar. “Bu devrede çocuğun önüne yepyeni bir alan açılır: İhtiraslı ilgiler âlemi. Onu ana ve babasına bağlıyan bağlar, hiçbir zaman kopmazsa da, yavaş yavaş gevşer. Bu, yabancının muzaffer olduğu saattir. Bırakın da çocuğun ruhuna girsin ve muzaffer olsun.” Bu, aynı zamanda çocuğun âsi kesildiği saattir. Ana ve baba da onu böyle âsi sevmesini bilsinler.

Din ve sanatın bile kalkındırmadığı aile hayatının gerçek ve miskin taraflarını gösterdik. Her zaman bir idealist olan genç, baba öğütlerinin “Polonius taraflarına”, yani yersiz ve tesirsiz taraflarına kırılır. Hem aileye, hem de şartlarına lânet eder. Daha temiz şartlar ister. Sevgiyi çok büyük ve çok güzel tasavvur eder. Şefkat ve dostluğa ihtiyacı vardır. Bu yeminler, iç dökmeler ve sırlar devresidir.

Bu hemen hemen her zaman da, gençlerin hayal sukutuna uğradıkları devredir; çünkü yeminler tutulmaz, sırlar açığa vurulur, sevgililer de aldatırlar. Genç iyi, dürüst hareket edeyim der, fakat neye sarılsa, sonu kötü olur. O zaman o da terbiye kurallarını ayakları altına alarak utanmazın biri olur. Yalnız bu utanmazlık idealinde aldanmış olmasından, huylariyle gerçek arasındaki uygunsuzluktan ileri gelmiş olur.

Herkesin hayatında, hattâ en iyilerinkinde bile acı bir devre vardır. Gençlik en güç, olgun yaş ise gerçek saadetin daha az rastlandığı çağlardır. Bereket versin, önce sevgi, sonra evlenme, nihayet çocukların doğumu bu tehlikeli ve mücerret serpilmeye, ailenin gerçek temelini verir. “Zanaat ve şehir sayesinde kibirli genç, gerçekle tekrar temasa gelir” ve hâdise baştan başlıyarak böylece devreder durur.

Bütün bu sebeplerden ötürü, nankör yaşın büyük bir kısmının aile dışında geçmesi iyidir. O takdirde dış âlemin keşfi okulda olur; aile de aksine bir sığınak gibi görünür. Bu mümkün olmazsa, kendi gençliklerini hatırlıyarak çocuklarını, hayatı öğrenmek üzere, serbest bırakmak ana babanın ödevidir. Bâzı ana babanın bunu beceremediği, büyükanne ve babaların genç nesli daha iyi anladıkları görülmektedir. Çünkü büyükanne ve baba, ihtiyar olmaları yüzünden daha az müşkülpesent, binaenaleyh daha durulmuş, günlerini geçirdikleri hayattan başka bir şey beklemedikleri için de fikir bakımından daha hür olurlar.

*

**

Bu incelemeden ne gibi pratik dersler alınabilir? Önce terbiyenin aile tarafından ilk çocukluk çağında yapılmasının çok büyük önemi; “kötü yetiştirilmiş” çocuklar da şüphesiz karakterlerini düzeltebilirler; hattâ bâzan dehâlarının doğmasında bu muvazenesizlikten faydalanabilirler; fakat onlara mesut bir çocukluk geçirtmekle, daha kolay bir hayat hazırlamış oluruz. Mesut bir çocukluk nasıl geçer? Birbirine çok bağlı, çocuklarını çok sevmekle beraber onları sağlam, sarsıntısız bir disiplin içinde tutan ve çocukları arasında tam ve görünür bir tarafsızlık güden ana baba yanında. Sonra hayatın her çağına karşılık önüne geçilmez karakter değişmeleri olduğunu, öğütlerin de nadiren ve ihtiyatla verilmesi gerektiğini, gerçekten tesirli biricik öğüdün de örnek olduğunu; nihayet aileyi geniş dünyadan gelen cereyanlarla havalandırmak lüzumunu öğrenmiş oluyoruz.

Bütün bu söylediklerimizin sonucu şu oluyor: Aile devamlı bir kurum mudur? Ben, hiçbir kurumun, evlenmedeki aynı sebepler yüzünden, onun yerini tutacağını sanmıyorum; çünkü o şahsî içgüdülerden sosyal duygular doğduran bir kurumdur. Gençlikte aileden uzaklaşmanın iyi olacağını söyledik; yalnız hemen herkesin hayatında bir an gelir ki, o anda insan, birçok çıraklık yıllarından, lüzumlu sağa sola atılışlardan sonra bu en tabiî sevgiler ocağına zevk ve şefkatle döner. Bu dönüş ve akşam çorbası etrafında toplanış, gününü ilgisiz ve hain bir âlemle geçirdikten sonra eve dönen talebeden, filozoftan, vekil, asker veya artistten, çocuk, ana baba, büyükanne, büyükbaba veya sadece insan yaratır.





DİPNOTLAR

* Polonius: Hamlet’te bir şahsiyet. Hafifmeşrep ve geveze bir nedim. Çocuklarına verdiği öğütlerde bâzan asîl ruhlu görünen bir tip.

DOSTLUK



Bu mesaj 1 kez ve en son ezell tarafından 13.02.2007 - 15:41 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 13.02.2007 - 15:39
Bu mesajı bildir   ezell üyenin diğer mesajları ezell`in Profili ezell Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1304 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
SaYaCGIN (48), AnneminSariGülü.. (34), kotza1 (55), keremcik (52), fatih GUNES (49), muhsin p.o. (52), tuva (42), Dostluklar_Baki (39), meydan26 (50), mehlika akasya (45), panter32 (50), NÖBETCI (47), baranbari (49), friendsofmehdi (39), tatar_salih (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.81956 saniyede açıldı