0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » SERBEST KÜRSÜ » İSLAMCILIK.......

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 6 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
İSLAMCILIK.......

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
ÇOK MÜKKEMMEL BİR ALINTI MUHAKKAK OKUYUN......

İSLAMCILIK

SUNUŞ

İslam’ın Rasulullah Muhammed (a.s) tarafından tebliği üzerinden yuvarlak olarak 14 asır geçmiş bulunmaktadır. Bu süre zarfında İslam’a ilişkin çok çeşitli anlayış ve yorumlar ortaya çıkmıştır. Bilhassa İslam’ın Kur’an ve sünnet’te yerini bulamayan pek çok hurafeyle katıştırılması çabaları, ciddi sapmalar doğurmuştur. Fakat hiçbir sapma, modern çağdaki, İslam’ı sadece bir ahiret dini olarak öngörüp, mabede ve kulun vicdanına hapsetme neticesini doğuran seküler/liberal eğilimler kadar mefsedetli olmamıştır. Bu çaba, kendisinden öncekilerden çok ciddi, gerçek bir fitne ve fesat hareketidir. Modernizmin ürünü olan bu telakki, İslam’ı dünya hayatına müdahil olma dinamizminden yoksun bırakmaya, uzlaşmacı, munis, itaatkar, zühde dayalı bir ahlak anlayışına indirgemeye çalışmaktadır. Bu anlayışa göre kısaca, İslam’ı İslam yapan temel özellikler silikleştirilmekte, ‘bir yüzüne tokat vurana öteki yüzünü de çevir’ temel pasifist anlayışı egemen kılınmaktadır.

Oysa İslam bir dindir, bütün peygamberler halkasının sonuncusu olan Muhammed (a.s)ın tebliğiyle somutlaşan Allah’ın sahih dinidir. Allah’ın din göndermekle muradı, yeryüzüne, beşerî hayata, sosyal, siyasi ve hukuki düzenlemelere müdahale etmek, insan hayatını Allah’ın emrettiği doğrultuda tanzim etmenin temel taşlarını oturtmaktır. Allah’ın kevnî alemdeki hakimiyetini hatırlatmak, çok fazla itiraz bulmamaktadır. Hatta Mekke müşriklerinin de bu gerçeği kabul ve itiraf ettiklerini Kur’an hatırlatmaktadır. Esas olan ise, insan hayatında Allah’ın hakimiyetini hatırlatmaktır. Bunun genel adı tebliğdir. İslam’ın bütün gerçek mü’minlerinin esaslı görevi de budur.

İslam’ın tebliğinden bahsedebilmek için onun, akidesiyle, siyasetiyle, ahlak ve ibadetiyle, hukukuyla, öte dünya inanışıyla ve değer anlayışıyla bir bütün olarak kavranması ve öylece iman edilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde, İslam eksik kavranmış olacaktır. Eksik kavranan İslam da İslam olmayacaktır. Günümüzde çok değişik ‘İslamlar’dan bahsetmek mümkündür. Çünkü asırların getirdiği kültürel etkileşimler ve müslümanların geçirdiği siyasi/itikadi anlamdaki çok ciddi travmalar, bütüncül ve sahih bir İslam anlayışını olumsuz etkileyen faktörler olagelmiştir.

İslam’ın bir hayat nizamı olduğu, hayatın bütününün İslam’a göre düzenlenmesi gerektiği inancı yeniden, ama belki de -çok iddialı olmazsa- Peygamber’den sonra en ciddi şekilde insanların gündemine girmiştir. Kendilerini İslam’la tavsif eden büyükçe bir kitle ‘sekr’ halinden uyanmaya başlamıştır. İmanlarını, Kur’an anlayışlarını, Peygamber ve sünnet anlayışlarını, ahiret telakkilerini, ibadet ve ahlaklarını, değer yargılarını yeniden sorgulamaya başlayan bir nüve oluşmuştur. En azından şu bilinmektedir ki, artık müslümanların da, sırf dinleri uğrunda canını feda eden gerçek şehidleri vardır. İslam bir din olarak, hayat nizamı olarak, bütün değerlerin esası olarak yeniden dönmektedir. Kur’an’ın o eşsiz güzellikteki temsilî anlatımında var ya: İslam filizi artık çıkmıştır! Her geçen gün büyümekte, kalınlaşmakta, olgunlaşmaktadır. Her geçen gün bu filiz umutlarımızı artırmakta, sevincimizi çoğaltmaktadır. Bu filiz Allah’ın izniyle gelişip güçlenmeye devam edecektir. Fakat bu durum kafirlerin korkusunu artırmaktadır. Onları üzmekte, panikletmekte ve telaşa sevk etmektedir. Ama beyhude, çünkü Allah iman edip salih ameller işleyenlere mağfiretini ve vereceği büyük ecri vâdetmektedir.

İşte İslam’ın bu şekilde algılanması, adlandırma bazında son yıllarda tartışmalar doğurmuştur. İslam’ı bu şekilde anlayan ve teslim olan müslümanların hangi adla çağrılacakları, tartışma konusu yapılmıştır. Açıkçası, ‘islamcılık’ kavramı bu tartışmanın esasını oluşturmaktadır. İslamcılık, modern bir yafta mıdır, haricî oryantalist geleneğin müslümanları tanımlaması, o oranda da manipülasyonu mudur? Yoksa müslümanlar bu ismi kendileri mi icad etmişlerdir? Bu kavram öz be öz İslami midir? Biz bu konuyu bir soruşturma dosyası ile sizlere sunmak istedik.

Dosyadaki yazılardan göreceksiniz ki, bu konudaki kanaatler genel olarak iki kategoriye ayrılmaktadır. Birisi, ‘islamcı’ kavramının tamamen İslami olduğu, İslam’ı bir hayat nizamı olarak algılayan müslümanların bu adla adlandırılmasında herhangi bir sakınca bulunmadığı kanısındadır. Diğer anlayış ise, ‘islamcı’ kavramının, müslümanların haricinden, onları tanımlayan, ama daha çok da küçümseme, aşağılama, hafife almanın ağır bastığı bir yakıştırma olduğu iddiasındadır.

Bize öyle geliyor ki bu tartışma bitecek gibi değildir. Belki de dal budak salarak daha da yaygınlaşacaktır. Varsın olsun, müslümanlar, hayra hizmet ettiği sürece, hakkın peşinde olduğu sürece tartışmaktan kaçınmamalıdırlar. Bu tartışma sürerken, bir taraftan da özgünlüğü gözardı etmemek gerekir. İslam’ın yabancı kültürlere ait terim ve kavramlarla anlatılması mümkün değildir. İslam’ın kavramları kendine yetecek kadardır. Son asırlarda artık savaşlar daha ziyade kelime ve kavramlarla yapılmaktadır. Biz kendi kelime ve kavramlarımızla savaşa çıkmalıyız...

‘İslamcılık’ bağlamında tartışmayı sürdürürken, sadece bir isim vermekle ilgili olan, bir anlamda meselenin teknik tarafını oluşturan boyutlarına takılıp kalmamalı diye düşünüyoruz. Önemli olan, ‘İslamcılık’ kavramının içine, İslam’ı bir ahiret ve dünya dini olarak, hayat nizamı olarak, siyasal bir nizam olarak algılamanın sığdırılıp sığdırılamayacağıdır. Ya da diğer bir anlatımla, İslam’ın bir hayat nizamı, siyasal bir nizam, hem ahiret hem de dünya dini olarak algılamanın adına ‘İslamcılık’ denip denmeyeceğidir. İslam’ın ideolojik boyutunu görmek istemeyen anlayışlar ise, tartışmanın adlandırma boyutundan daha farklı bir yerdedirler demektir.

Bu soruşturma dosyası, bu alandaki sorunegatifların hepsini elbette çözmeyecektir. Fakat dikkatlerin bu alana teksifi açısından faydalı olacağına inanıyoruz.

Sorularımızı gönderdiğimiz bazı yazarlardan ne yazık ki cevap alamadık. Cevap yazma ve gönderme zahmetine katlanan değerli katılımcıların hepsine teşekkür ediyoruz. Ve bu dosyamızın hayırlara vesile olmasını temenni ediyoruz.

İşte sorularımız:

S-1: ‘İslamcı’ tanımı, müslüman bir toplum içinde, ‘İslam’ın pratik ve akidesiyle kendisini sorumlu tutup tutmadığı önemsenmeyen, İslam’la entelektüel bir uğraşı olarak ilgilenen bir elit zümre’ anlamına geliyor mu? Eğer böyle değilse, bu kavram hangi ihtiyaçtan dolayı doğmuştur?

S-2: ‘İslamcı’ ile ‘müslüman’ kelimeleri arasında nasıl bir anlam farkı vardır? Bugün, ‘müslüman’ kelimesinin içermeyip de ‘İslamcı’ kavramında mündemiç bulunan anlam nedir?

S-3: İslamcılığın belli başlı, olmazsa olmaz nitelikleri var mıdır, varsa nelerdir? Yoksa, bu konuda bir belirsizlik mi vardır? Bir başka adlandırmayla, geleneksel, modern, selefi, sünni, Mutezili ekoller gibi, ‘İslamcı’ eğilimler de farklı farklı mıdır?

S-4: ‘İslamcılık’ sözcüğü, ‘oryantalistlerin müslümanları tanımlaması’ mıdır, yoksa, bizatihi bu formuyla Kur’an’da geçmiyor olmakla birlikte, müslümanların, kendilerini tanımlamak için rahatlıkla kullanabilecekleri bir ‘İslami kavram’ mıdır? Yoksa bu anlam, yakıştırma mıdır? Meşrutiyet dönemiyle birlikte ortaya çıkan ‘islamcılık’ akımı, ‘İslamcı’ kavramının asıl belirleyeni midir?

S-5: Son yıllarda kimi müslüman çevrelerde, İslam’ın çok önemli itikadi/siyasi kavramlarını bilerek veya bilmeyerek bir aşındırma, en azından bu kavramları birçok batılı kavramla sentezleme, ya da İslami kavramlar yerine bizzat bu batılı kavramları kullanma şeklinde bir eğilim var. Bunu da, ‘aklın yolu birdir’, ‘hepimiz Adem’in çocuklarıyız’ gibi bir takım gerekçelere dayandırmaktadırlar. Bunu da göz önüne alarak şöyle soruyoruz: Batı’da ve Batı’lı kavramlarda ne var ki, müslümanlar bunların cazibesinden ve çekim alanından bir türlü kurtulamıyorlar? Bu kavramları karşılayacak, İslam’ın kendi kavramları yok mudur? Yoksa 7. asır Arabistan çöllerinde inşa edilmiş olan kavramlar 21. yüzyılda işlevsiz mi kalmaktadır?

S-6: Müslümanların bugün, kendilerini (dünkü islamcılıklarını) sorgulama eylemleri, neden kendilerinden (dünkü islamcılıklarından) tiksinti duyma biçimine dönüşüyor?

Katılımcılar ve yazıları :

Cihan AKTAŞ Bir Hayat Tarzı Arayışı Olarak İslamcılık

Metin Önal MENGÜŞOĞLU İslamcılık Bir Tarz-ı Siyaset midir?

Abdurrahman ARSLAN İslamcılık

Atasoy MÜFTÜOĞLU İslamcılık’ Üzerine

İhsan TOKER İslamcılık’ Kullanımı ve Ortaya Çıkardığı Sorunlar Üzerine

M. Kürşad ATALAR “Bir Yaşam Biçimi” Olarak İslamcılık

Hüseyin ALAN İslamcılık Üzerine

Kenan ÇAMURCU İslamcılık

Hayrettin OĞUZ İslamcılık
Ekleme Tarihi: 23.05.2007 - 20:08
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Cihan AKTAŞ

Bir Hayat Tarzı Arayışı Olarak İslamcılık



I-

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde İslamcılık, İslam’la entelektüel bir uğraşı olarak ilgilenen bir elit zümreyle sınırlı kalmayarak, bu dine kendini bir boyutuyla da olsa bağlı hisseden herkesi bir tarafından yakalamıştır. İslamcılık, dini kaynaklardan hareketle dinsel anlayış ve yaşantıları sorgulayarak yol alan güçlü tarihsel bir dalgadır.

Esasında İslamcılığın çıkışı, İslamiyet’i hayata ilişkin önemli iddialardan yoksun, sadece ahiretle ilgilenen ve Batı modernizmi karşısında dünyevi iddialar açısından geriye çekilmiş bir din olarak kabullenemeyen, müslümanların dünyevi plandaki eksiklikler ve yetersizlikleri üzerine sorular soran bilinçlerle ilişkiliydi. İslamcı profil, ‘dini’ olarak nitelendirilen mevcut kurum ve cemaatlerin oluşturduğu dindarlığın dışında bir yönelimi temsil ediyordu. Türkiye özelinde bir değerlendirme yapacak olursak, İslamcılığın bir müslümanı ayırt eden bir sıfat olarak kullanılmaya başlandığı yıllarda müslümanların siyasal eğilimlerini nitelemek için sağcı, muhafazakar, Erbakancı hatta ‘nurcu’ gibi sıfatlar zaten yaygın olarak kullanılıyordu. Bu açıdan açıktır ki ‘İslamcı’, müslümanların tarihinin özel bir döneminde, özel bir İslami anlayışı açıklayan kullanışlı bir sıfat olmuştur. ‘Sağcı’ ya da ‘muhafazakar’ gibi sıfatlar ne kadar meşruysa, İslamcı sıfatı en az aynı ölçüde meşrudur. Bununla birlikte sağcı ve muhafazakar gibi sıfatlar bir eklemlenme ve içerilme durumunu yansıtırken, ‘İslamcı’ bütün eklenmelerden ve içerme politikalarından kendini kurtarma temayülünün ifadesi olmuştur.

İslamcılığın, modern eğitimden geçmiş, modern bir hayat tarzı için yetiştirilmiş olan müslümanların, İslamiyet’i anlama ve yaşama kaygısıyla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Mevcut dini yaşantı tarzları ve teklifleri yeterli gelmiş olsaydı, yeni bir öğrenme ve anlama, anlama ve yaşama çabasına gerek olmayacaktı kuşkusuz. Bu bakımdan İslamcılığın ilk dönemlerinde fıkıh çok önem verilen bir dini ilim olarak gündemde yer etmiştir. Hazret-i Ömer’e ait olduğu söylenen ‘Bugün Allah için ne yaptın?’ şeklindeki bir soru, İslamcılar arasında çok muteberdi. İslamcıların 68 hareketinin savunduğu devrimci, halkçı, antikapitalist söylemlerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilendikleri söylenebilir. Muhafazakar ve milliyetçi kesimlerden gelen, Milli Selamet Partisi’ne mensup olup da ‘eylemsizlikle’ suçlanan gençler, İslamcı söylemin devrimciliğe ve halkçılığa yaptığı vurgudan da etkilenmişlerdir. Bu halkçı ve devrimci vurgu, sağcılığın pasif ve güce tapınan, hiyerarşiyi yücelten tutumundan rahatsız olan gençlere cazip gelmiştir. İnandığı gibi yaşamayanın yaşadığı gibi inanmaya başlayacağı, ‘Bir kavim kendini değiştirmezse, Allah’ın da o kavmi değiştirmeyeceği’ mealindeki ayet-i kerimelere dayanan Kur’an ve Sünnet kaynaklı bir yaklaşıma verilen önem, inancın hayat tarzlarıyla sınanmasını hep gündemde tutmuştur. Öyle ki bu konularda yaşanan büyük güçlükler, açmazlar ve çelişkiler nedeniyle önemli tecrübeler kazanılırken aynı zamanda büyük güç israfları da yaşanmıştır denilebilir.

Kendini yeniden doğuran bir kuşaktır İslamcılar; bu bakımdan hem doğmanın hem doğurmanın sancılarını yaşamaları gerekmiştir. Yola çıkıldığında kadınların örtülü olarak bile olsun görüntüsü, sesi hatta bir gazetede ya da düğün davetiyesinde isminin çıkması fesat sebebi sayılmıyor muydu? Sanat, felsefe, şiir... şeytanın araçlarıydı, değil mi? Parti de bütün takiyye savunularına rağmen şirke yol açan bir araç sayılıyor ve demokrasiye de mevcut yorumların ortaya koyduğu haklı sebeplere dayanılarak, şüpheyle bakılıyordu. Kariyer edinmek, bir yere ait olmak, herhangi bir sanat alanında derinleşmek, İslamcılığı ta kalbinde hissetmenin yanında önemsizleşiyordu. Dolayısıyla Türkiye’de İslamcılığın en büyük zaafının, hayatı en ince ayrıntılarına kadar yeniden tanımlama iddialarına rağmen, tanımlama kapasitelerinin yetersizliği olduğu söylenebilir. Türkiye İslamcılığı sırf bu nedenle siyasal açıdan başlangıçtaki yükselişinin tersine giderek bir tanınma stratejisine doğru daralma eğilimi göstermiştir. Bunun yanında siyasal alandaki belirsizliklerin ve baskıların oluşturduğu sorunlar nedeniyle İslami aktivitenin siyasete ağırlık vermesi, müslümanlara siyasal bir kimlik kazandırırken, diğer alanlarda bir yoksullaşmaya yol açmıştır.

İslamcılığın entelektüalizmle dokusal bir ilişkisi yok değildir. ‘Din ve sanat alanı düşünmeden öğrenilemeyen, öğrenmeden düşünülemeyen iki alandır’ der İsmet Özel.(1) İslamcılığın oluşumunda derin iç bulantıları vardı. Hayat iman ve cihattan ibaret olduğuna göre, bir şey ya da durum, iman ve cihat kategorilerine giremeyebiliyorsa, üzerinde durulmaya değmeden gözardı edilebilirdi. Devlet bütün sorunların hem kaynağı hem de çözümü olarak gündemlerin ilk maddesini teşkil ediyordu. Belki de karşıt olarak algılanan kesimlerin hedonizminin yol açtığı bir tür özgeciliğin de etkisiyle, şehit olmak yüceltiliyordu. Estetik sinemada, resim galerilerinde ya da müzik nağmelerinde değil de eylemde aranıyordu. İçine doğulan hayat tarzları kötüydü, sahteydi, bayağıydı, sahici iyinin ve hakiki güzelin düşmanıydı. Televizyon seyretmek, kravat takmak, müzik dinlemek, aşık olmak, reklam, para ve cinsellik tabuydu. Çağdaş hayat tarzına eklemlenen müslüman, Camus’nun çağdaş insan için dediği şekilde gazete okuyan ve çiftleşen bir hayvana benziyordu. Mutlu aile tabloları yolculuklardan, hicretlerden, devrimlerden uzak tutuyordu kişiyi, kendi benine gömüyor, bencilleştiriyordu. Aşk da İbrahimi bir eylem olarak anlamlıydı; ilahi aşk olarak. Bu tür bir aşk, akli anlama çabalarını inkar etmenin kolaycılığı için iyi bir gerekçeydi de. Yaratıcılık kavram olarak tabuydu ve esasında anarşizan bir inkarcılıktı, öncelik kazanmış olan.

Kelime-i Şehadet’teki ‘lâ’yı İslamcılar, bir yenilenme uyarısı olarak okumuşlardır. Farklı bir hayat tarzı, İslamiyet’in dünyevi iddialarına cevap veren bir hayat tarzı aranmaktaydı. Çağdaşlaşmak ya da modernleşmek adına dayatılan görgü kurallarındaki Batı öykünmeciliği kamusal alandaki ilişkileri zorlarken, ilmihal bilgilerindeki eksiklikler de hayattan eksilme gibi bir problemi gündeme getiriyordu. Kısmen sezgisel olarak da olsa İslamcılığın, siyasal-kamusal alanlardan dışlanırken, özel hayatın kabukları içine sığabilmesi amacıyla yamultulmaya çalışılan İslamiyet’i bütün boyutlarıyla hayatın içine geri getirmeye çırpınan bir dalga olduğu söylenebilir.

II-

İslamiyet eğer başlangıcından bu yana bu birlik ve bütünlüğünü koruyarak günümüze ulaşabilmiş olsaydı, tarih içinde oluşarak kurumlaşmaya giden diğer yorumlar gibi, ‘İslamcı’ bir yoruma da gerek kalmayabilirdi. Bütün olarak İslamcılık kendinden önceki İslami akımlardan öncelikle İslam’ın uhreviliği kadar dünyevi bir din olduğuna vurguda bulunmasıyla da ayrılmaktadır. Bu yoruma göre İslamcılık varoluşsal, İbrahimi dinlerin her şeyden önce siyasal bir hareket olarak zuhur ettiği ve yayıldığına dair bir hatırlamadır. Siyaseti aristokratik değil demokratik bir yöntemle bütün bir halk kitlesine mal etme girişimi, İslamcılığın ayırıcı vasıflarından biridir. İslamcılık ayrıca sisli geçmişe ve örtük kaynaklara yönelik derin bir merakla başlayan bir öğrenme sürecidir. Bu hareketin bir diğer özelliği, belirleyici olma iddiası, başka bir özelliği ise tarihsel birikimler konusunda bazen kuşkucu, bazen ihtiyatlı bir merakla, kaynaklara dönmeyi önemsemesidir. Bunlar genel çizgilerdir. Ne de olsa İslamcılık hiçbir zaman yekpare, başından sonuna aynı biçimi taşıyan bir hareket olmamıştır. Bu bağlamda Doğucu olduğu kadar Batıcı, seçkinci olduğu kadar halkçı, muhafazakar olduğu kadar devrimci, demokratik olduğu denli otoriter ve erkek egemen olduğu kadar feminist İslami anlayışlardan da söz edilebilir. Yüklendikleri araçsal mahiyete göre dinsel eğilimler başlangıçlarındaki birlikçi formu yitirebilir ve aykırı sosyo-politik temellerin birer parametresine dönüşebilirler. (2)

Kimlerdi İslamcılar? Diriliş şairi Sezai Karakoç mu, cami önlerinde önce Sebil sonra Şura gibi dergileri satan gençler mi, Milli Türk Talebe Birliği etkinliklerinde ‘Hak yol İslam yazacağız’ gibi şiirler okuyan öğrenciler mi, uçak kaçıran eylemci gazeteciler mi, elektriksiz bir hayat tarzı kurmaya çalışan Abdülkadir es-Sufi’nin yerli hayranları mı, ‘Mataramda Tuzlu Su’ şiirinin şairi İsmet Özel mi, ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ün yazarı Rasim Özdenören mi, Çengelköy’de meal dersleri yapan gençler mi, Afganistan’a cihada giden bıyığı terlememiş gençler mi, Nur Risaleleri okumak için evlerde toplanmaya devam eden hanımlar mı, başörtülü okullara alınmadıkları için boykot yapan öğrenciler mi, postmodern sosyologlar tarafından kültürel İslam kategorisine dahil edilen Ali Bulaç mı, ‘iflah olmaz bir antimodernist’ olarak anılan Abdurrahman Arslan mı, ‘sivil öfke’ olarak hatırlanan rahmetli Ercümend Özkan mı, yıllarca süren bir çabanın ardından başbakanlık konumuna gelen imam-hatip kökenli Tayyip Erdoğan mı… İslam, Türkiye toplumunu bir çok bakımdan kuşatan bir din olduğu için, pek çok kavram ve isim, İslamcılıkla ilgisi kurulsa bile nitelik olarak ‘İslamcı’ olmayabilir. Sözgelimi Seyyid Hüseyin Nasr, İslamcılığın yükselmesiyle birlikte dünyada en çok okunan müslüman yazarlardan biri olmuştur ama İslamcı değildir.

İslamcılığı diğer dini hareketlerden ayıran bir diğer özelliği ataerkillik eleştirisidir. Kur’an sık sık atalarının dinini sorgulamadan din edinen insanların ve toplumların yanılabilirliklerine vurguda bulunur. İslamcılığın geleneksel din anlayışına getirdiği eleştirilerden biri, ataerkilliği değişmez bir özellik olarak kabul eden, böylece kadını ilave cins olarak konumlandıran bakış açısıdır. Bu bakış açısının tartışmaya açılması sayesinde İslamcı hareket içinde kadınlar kendi Kur’ani durumlarını anlamaya ve bu bağlamda sorular sormaya imkan tanıyan bir yer edinebilmişlerdir. Sözünü ettiğimiz esasında, bir sese sahip olmaktır. İslamcılığın içinde başlangıçlarda kadının sesinin duyulmasının doğru olup olmadığı bile konuşuluyordu ne de olsa. Bütün bunlar İslamcılığın dini külliyatı okuma ve eleme sürecinin hayattaki yansımalarıdır.

İslamcılık bütün dini kültürü süzgeçten geçirmeye çalışırken, hayat konusunda bütüncül iddialara sahip çıkmaktadır. Sözgelimi solculuk hiç bir zaman bu denli karmaşık bir şekilde, bileşenleri ve kesişme noktaları bitimsiz, dünyevi olduğu denli uhrevi, uhrevilikle ilgili olduğu denli başarılı sayılan bir hayat tarzı arayışı anlamına gelmemiştir. Mevcut dini algılardan ve hayat tarzlarından bir memnuniyetsizliğin bulunmadığı dini örgütlenmeler, İslamcılık içinde değerlendirilmeyebilir.

III-

Kuşku yok, Kur’ani kavramlar değişmez özlerine karşılık yaşanılan dönemin ve ortamın üsluplarına uygun olarak her seferinde tekrar tekrar, hayatın içinden gelen yeni sorular da mutlaka hesaba katarak okunmalı ve anlaşılmaya çalışılmalıdır. Her kuşak bu yeni okumalar konusunda sorumludur. Türkiye İslamcılığının daha ziyade tercüme kaynaklardan beslenmesi, onun zaafı olduğu kadar, Türkiye kültürel haritasını da ilgilendiren bir zaaf olarak değerlendirilmelidir. Dil ve üslup problemlerinin ülke sathında oluşturulan yeni dilin zaaflarından, Cumhuriyet’ten öncesine ait kültürel mirasa ilişkin cehaletten bağımsız düşünülemeyeceği de muhakkak.

İslamcılık esasında duygusal boyutları ağır basan bir hareketti, bunu kabul etmek ve bu kabulü bir yanlışlık olarak işaretlememek gerekir diye düşünüyorum. Bir büyülenme anından söz edilebilir. Bilgiyle karşılaşma, farklı bilgilerle karşılaşma süreciydi İslamcılık; ayetlerle, hadislerle, kırk hadislerle, Gariplerin Kitabı’yla, Asr Suresi’yle, Sezai Karakoç’la, Cemil Meriç’le, Akla Karşı Tezler’le, Ehli Suffa’yla, Kerbela Vakası’yla, Hazret-i Hüseyin’le, Ehli Beyt’le, Ebu Zer’le, Gazali’yle, Musa Carullah’la, Akif’le, Kırk Ambar’la, İbrahimi tevhid anlayışıyla, Ayetullah Humeyni’yle, Ali Şeriati’yle, Malkolm X’le, Meryem Cemile’yle, hatta Tolstoy’la, Emerson’la… Bütün bu karşılaşmalar, bir boşlukla ve birikmiş bir enerjiyle ilgiliydi kuşkusuz ve dolayısıyla İslamcılık bizatihi bir boşluğu doldurmak üzere çok hızlı ve aşırı bir büyümeye eğilim göstermiştir. (Bu açıdan bakılacak olursa, özellikle Türkiye ikliminde İslamcıların yenilgisi olarak isimlendirilen geri çekilme, İslami kesimin bile belki beklemediği bir yükselişin dış ve iç etkenlerle kendi tabii mecrasına akması anlamına da gelebilir.) Kendini tarihten, toplumdan ve tabiattan soyutlayarak kurma iddiasına karşılık İslamcılığı tarihin, coğrafyanın, iklimin ve tabi dini içine alan, dinden kaynaklanan kültürün harmanladığı bir öz, bu özün kılcal damarları besliyor diye düşünüyorum. (3)

Kur'an'ın rehberliğinde dünyayı yeniden kurma ve maddi Batı medeniyetinin etkileriyle çöküşe geçen insanlığı kurtarma projesi olarak İslamcılık, ana damarı bir varoluş problemine tekabül etse de, konjonktürel olarak koruyucu ve yenilemeci bir refleksi de içeriyordu. Bütün bilgi ve kanaatlerin ortaya döküldüğü ve herkesin yüksek sesle konuşmak istediği bir platformda müminler agorafobilerini yenerken, alimlerin sessizliği kadar aydınların tereddütleri de kavram kargaşasını çoğaltıyordu. İslamcılar kendilerini ilerici olarak gören çevreler tarafından gerici, mürteci, yobaz, çağdışı diye isimlendirilirken, kendi içlerinde de samimi niyetlerle söyledikleri yeni sözler ve sordukları sorular sebebiyle modernist, feminist, mezhepsiz, vahhabi, şii, zındık... şeklinde, tekfir etmeye ve karalamaya yönelik isimlendirmelere maruz kalabiliyorlardı.. İslamcılığın bünyesinde, geçmişten miras alınan despotik ve hiyerarşik nitelikler taşıyan dikey ilişki biçimleriyle, oluşum halindeki yatay-demokratik, eşitlikçi, toplumcu ve özgürleşmeci bir nitelik kazanmakta olan ilişki biçimlerinin çatışması da yaşanıyordu. Yirmi-yirmibeş yıl önce İslamcılar dünyayı, insanlığı, müslümanları kurtarma özlemini yansıtan ve yeni, farklı, adil bir dünya özlemini dillendiren "cihad" marşlarıyla birlikte toplumun en barışçı kesimini teşkil ediyorlardı. Terör oyununa gelmemişlerdi, cemaatleşmeye verdikleri önemin de katkısıyla, gelişmeyi ve "zafer"i, yatay ve dostluğa dayanan ilişkiler ekseninde sürdürülen sosyal ve kültürel faaliyetlerde arıyorlardı. İslamcılık biraz da sol sloganların etkisiyle protest, devrimci, antiemperyalist ve evrenselci özellikleriyle, söylemsel olduğu kadar eylemsel olarak da bir yenilenmeyi temsil ediyordu.

İslamcılığın getirdiği eleştiriler ve aradığı hayat tarzına ilişkin denemelerinin kimi sonuçları, modernist ideolojilerin ve hayat tarzlarının yol açtığı hayal kırıklıklarının da etkisiyle uzun vadede toplum tarafından dikkate alınmış ve benimsenmiştir. İslamcılığın evrensel değerler, faiz ve emek, kadın meseleleri, sanat ve estetik, din özgürlüğü, ataerkil kültür… etrafındaki kimi eleştirileri ve tespitleri daha sonraları cemaatler ve partiler, hatta Diyanet kurumu kanalıyla popülerize edilerek topluma sunulmuştur.

IV-

28 Şubat’ta olduğu gibi bazen kısmi sorgulamalar yapmaya mecbur kalmışlarsa da İslamcıların kendi kısa ve yoğun geçmişlerini sorgulamaya yenilerde başladığı söylenebilir. Soruşturma sorunuzda yer alan türde, İslamcılarda kimi zaman geçmişlerine yönelik bir tiksinti duygusunu oluşturan saiklerin, burada sınırlı olarak değinebileceğimin çok üzerinde bir incelemeyi hakedecek kadar karmaşık boyutları bulunduğunu, böyle bir duygunun bazen haklı ama çoğu zaman hedefi konusunda yanılsamalar içinde olduğunu düşünüyorum.

Türkiye özeli açısından konuşacak olursak, bugün İslamcıların yüzyüze geldiği problemlerin bir kısmının ülkenin bütün siyasal akımları etkileyen ve tanımlayan kendine has cereyanlı, geçişken ikliminden, bir kısmının da gençlik çağları 1970'lerden 1990'lara uzanan bir kuşağın İslamlaşma çabaları sırasında yaşadıkları şoklardan kaynaklandığı söylenebilir. İslamcılar bu yirmi yıl boyunca bazen kendi gündemlerinin gereklerine uyarak, bazen de dışarıdan dayatılan gerekliliklerin hızlandırdığı bir muhasebe döneminde, tarihsel birikimleriyle yüzleştiler. Bugünden bakıldığında İslami kesimde yozlaşma veya sapma olarak görülen hal ve eğilimlerin önemli bir kısmının aslında bu yirmi yılın başlarında büyük bir açlıkla derlenip toplanarak, dini bir hassasiyetle hayata geçirilmesi için çaba gösterilen bağlamından kopartılmış malumatların geçen yıllar içinde daha makul bir şekilde kavranılması nedeniyle, ya terkedilmesi ya da yeniden yorumlanmasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Belki de hidayete eren kişinin ‘gafil yığınları’ Hak dini doğrultusunda yaşamaya zorlama hakkına sahip olduğu inancıyla gerçekleştirilen ve bir ölçüde toplumsal bilinçaltından kaynağını alan bir karakterin dışavurumu olarak okunabilecek, samimi ama araç ve üslup bakımından itici ‘eylemler’ de olabilir, daha sonraları hatırlandığında tiksinti hissine yol açan.

Bir de fırsat düşkünlerinin paylaştığı kareler vardır. Dini ‘siyaset’e alet edenler, din tacirleri, bağlılarından sorgusuz sualsiz itaat bekleyen karizmatik olma iddiasındaki megolaman üstad ve şeyhler, İslamcılığın içinden eksik olmamıştır. Benzerlerine bütün dinlerde ve tarikatlarda rastlanması pek mümkün, 28 Şubat’ın deşifre ettiği ilginç bir örnek, sosyete çevresinden sayılabilecek bir hanımın bağlandığı şeyhinin çoraplarını arabasının aynasına asmasıdır. Bu tutum da çok rastlanan bir dindarlık tarzını temsil etmekle birlikte, İslamcılığın hanesine yazılmıştır. Çünkü çorabı asan hanım başörtülüdür, şeyhi ise senaryo biraz zorlanarak da olsa Refahlı belediyelerle teşriki mesai içinde gösterilmiştir. Yine de Fadime Şahin hadisesinin müslüman kadınları utandırması gerekmezdi ama onlardan utanmaları beklendi, bu utanç medyanın bütün kanallarından dayatıldı. Utanç duymayabilmek için pişman olup özür dilemek, günah çıkartmak gerekiyordu ve gerçekte asıl utanç duyurtan, kararlarından sorumlu aklı başında bireyler yerine, aldatılmaya yatkın koca bir kara kitle içinde bir leke gibi algılanma durumunu oluşturan şartlanmalardı.

Bir diğer tiksinti duyurtması muhtemel manzara, imam nikahlı evliliklerin yol açtığı mutsuzluk ve hayal kırıklıklarıyla ilgili olabilir. Çünkü İslamcılığın belli bir döneminde ve sınırlı bir kesiminde bile olsa bir taraftan insan nefsinin terbiyesi gibi bir konu hep konuşulmaktayken, diğer taraftan kimi örneklerde birinci eşler dahi müslüman erkeğin cinsel bakımdan nefsini terbiye etmeyebileceği ön kabulüyle ikinci evlilikleri savunabilmiştir. Allah’a teslim olmakla bir erkeğe teslim olmanın aynı şey sayılması durumunda, teaddüt-ü zevcata ilişkin ayetler hala ataerkil yorumların anlattığı şekilde okunuyordu ve bu bağlamdaki yorumları sorgulamak küfür gibi bir şeydi. Bu konu İslamcılıkla birlikte tartışılmaya başlanarak, kul olmanın anlamına ve kadınla erkeğin insani onurlarına katkıda bulunan açılımlar kazanmıştır. Kadın meselelerinin İslamcıların gündeminde başarılı bir şekilde irdelenmiş bir başlık olduğu söylenebilir. Gerçi dönüp dolaşılıp aynı kaynaklar okunması nedeniyle bu konularda birbirine zıt yorumlar mevcudiyetini sürdürmektedir. 80’li yıllarda teaddüt-ü zevcat modern çekirdek aileye karşı bir eylem gibi algılayanlar olabilirdi. 28 Şubat’tan sonra ise teaddütü zevcat 40 yaş sendromuyla bağdaştırılan hedonist bir eğilim olarak yayılmıştır.

Yirmi yıl önce de ahlaki problemler vardı ama insanlar modernlik için olduğu kadar dindarlık konusunda da görünüşlerle daha çok ilgilendikleri için, bu problemler hakettikleri kadar ciddiye alınmıyordu. Kudsiyet iddiasındaki herhangi bir şeyhin çoraplarını arabasının dikiz aynasına asan müridlerin hatalarını yeni mi farketmeliydik sanki? Herhangi bir kadına sırf başı açık olduğu için cariye gözüyle bakılabileceği şeklindeki bir kanaat çok mu olgun bir İslami kavrayışı temsil eder? Ama İslamcıların çok azı o yıllarda bu soruları ciddiye alıyorlardı; hem de çeşitli dışlayan, tekfir eden isimlerle suçlanma pahasına... İslamcılık açık ki yetmişli yılların ikinci yarısında Amerikan hayat tarzına değil, solculuğun halkçı, evrenselci ve ezilenlerden yana söylemlerine yakın eleştiri ve talepleriyle temayüz etmişti. Değerlendirmelerde bulunurken İslami hayat tarzı arayışının solculuğun puritenizminin etkilerini taşıyan bir dönemle Amerikan fast-life’ının bütün dünyayı etkisi altına aldığı bir dönem arasına sıkıştığını unutmamak gerekiyor. İslamcılığın, tıpkı solcu elit için olduğu gibi bir halkla kaynaşma problemi olduğu söylenebilir. Bir taraftan halkın ‘saf’ dini anlayışına yönelik bir yüceltme varken, diğer taraftan da aynı halkın dini anlayışındaki hurafe boyutu eleştirilmekte ve ‘halka inmek ya da halkla bütünleşmek’ kendi ‘mevcut hayat tarzı’na ilişkin keskin eleştirilerini yumuşatmak anlamına gelebilmektedir.

Dünün karşı çıkışı, bugünkü kültürel tüketim için kaliteli bir ürün olmuştur üstelik. Bu tüketim, bir anlam vermeye çalışan şeyi yutmuştur. Onu yok etmiştir. (4) S. Sayyid’in ifade ettiği gibi ‘siyasal İslam’a yönelik korku, tiksinti gibi duygular, siyasal İslam’ın "bir hayalet hikayesi" olarak sunulmasıyla yakından ilgilidir. (5) Önce siyasal İslam şeklinde bir kategori kuruluyor, sonra da bu kategorinin çöküşe geçtiği ya da yenildiği ilan ediliyor. Afgan cihadının kabile savaşlarına dönüşerek bozuma uğraması, İran devriminin molla despotizmiyle bir kırılma yaşaması, bu yenilgi hikayesinin çarpıcı kanıtları olarak ileri sürülüyor. Bu durumda bizden neye inanmamız bekleniyor? Demek ki anlam tasfiye edilebilir, anlam arayışının saçmalığı ilan edilebilir; saçmalık, gerçeklik, akılcılık birbirine karıştırılabilir, aynı şeyler olarak görülebilir. Gösterenlerinizi giderek silikleşen gösterenlere, imgelere, nesnelere, kelimelere; gösterenlerinizi ise gösterilenlerinize yani sizin neye inanmanız ve nasıl olmanız gerektiğini size göstermeye yardımcı olan propagandalara, tumturaklı sözlere ve açıklamalara bağlayarak birçok seraba kapıldığınız gibi hüsrana da uğrayabilirsiniz. (6) Hizbullah şiddetini yansıtan sahnelerden tiksinti duyulmaması mümkün değildir ama böyle bir şiddetin kökenleri ve kaynaklarının doğru değerlendirildiği söylenebilir mi... Fox televizyonunda ezan okuyan sakallı müezzin görüntüsü, ‘İslamcı’ terörist örgütlere ilişkin alt yazılara fon teşkill etmeye devam etmektedir. Bu yönlendirmede, Guillaume Postel’den bu yana aşağı yukarı beşyüz yıldır Hristiyan Avrupa/Batı’nın müslümanları ‘sapkın’ olarak tanımlayan bakış açısının rolü ayrıca irdelenmelidir. Doğu’yu kendi tarzında bir nesne haline getiren, dahası onu ‘doğu’laştıran ve ve sonra ayıplamalar göndereceği bir kıyaslama ve fikir yürütme malzemesine dönüştüren bir bakıştır bu. (7) Öte taraftan, sanki Ertuğrul Özkök, Postel’e göre zaman ve mekan açısından daha uzağında yaşamaktadır, müslüman toplumun ve kültürün. Bu bakımdan Özkök’ün Emine Erdoğan’ın Davos’ta bir kar manzarasını seyrederken duygulanmasını, ‘galiba bunlar da bizler gibi güzelliklerden etkilenebiliyorlar’ şeklinde yorumlanabilecek bir hayret ve rahatlama ile karşılaması dikkate değerdir. Ayrıca Özkök, başörtülü kadınlardan biteviye, ‘taktığı türbanın altında farklı bir insanın bulunduğu mesajını vermesi’ şeklinde bir beklentisi olduğunu da dillendirmektedir. (8)

‘Neden İslam, batılı entellektüelin sevip hiç çekinmeden öpebileceği bir yüze sahip olmak zorundadır ille de? Dahası, neden sadece bir tek yüze sahip olması gerekmektedir?’ diye soruyor, Thierry Hentch, Hayali Doğu’da. (9) Tiksinti, algılara dönük olarak birçok katmanda sürdürülen koşullandırmalardan bağımsız değildir. Dini inançları olmayanlar ya da dine hayatlarında İslamcılar gibi yer vermeyenler bile inançların kandırılma suretiyle lekelenmesinden tedirgin olabilirler. Fadime Şahin hadisesinden sonra Ahmet Altan ve Can Dündar’ın bu bağlamda yazdıkları yazıları hatırlıyorum. Dinin hayat tarafından tecrübe edilmesi yerine güven duyurtan saf bir sığınma alanı olarak mevcut olduğunu bilmeye duyulan ihtiyacı yansıtan yazılardı bunlar. Bu ele alışta din, dünyevilikten bir hayli uzakta duran sağaltıcı bir alandır, tıpkı hristiyanlıkta olduğu gibi dönem dönem uğranılan bir sığınma alanı. Oysa dindar kişi ille de toplumunun koşullarının tamamen üzerinde bir yerde yaşamaz. Kesişme ve buluşma noktaları, geçişkenliği sağlayan iletişim kanalları sayısızdır. (10)

Bir tür tiksintiye yol açan, şimdi bakılan noktada ‘aşırı’ bulunarak unutulmadan inkara, yüceltmeden kendini paranteze alarak anlatmaya dönük bir dizi tepkiyle hatırlanan mazi görüntüleri bazen kitleselleşmeyle, şehirleşmeyle ve toplumsal değişmeyle irtibatlı, kaçınılmaz olmasa bile bir açıdan sıradan oluşumlardır. Ayrıca yozlaşma sayılan kimi görüntüleri kimi durumlarda bu ülkede insanların her şeye rağmen dinden vazgeçmek istememelerinin problemli göstergeleri olarak okumak da mümkün olabilirdi. Bu durumda inançların ifade alanlarındaki çarpılmalara sebep olan daralmada estetik probleminin rolü gözden kaçırılmamalıdır. Formunuz özünüze uygun değilse estetik bilim açısından gerçek varoluşunuza ulaşamazsanız. Kendi döneminizin doyurucu bir estetik temsiline ulaşamadığınız takdirde ise nostaljinin kucağına düşersiniz. Bazen sonradan utanç duymadan ya da hayretten hayranlığa uzanan bir dizi duyguyla sarsılmadan bakamayacağınız karelerde yer almanız bir rüya gibi gözükebilir. Kurucu dönemlere has yıkıcılık ve sakarlıklar kadar, gençlik dönemine ve geçiş dönemlerine has atılganlıklar ve kafa tutmalar da, yıllar sonra bir başka gözükür, geçmişinize tutulan aynada.

Bütün bu itilme ve çekilmelerin, gel-gitlerin zamanlar ve mekanlar üstü bir hayat tarzına yönelmiş bir bakışa sahip olmakla ilgisi yok mudur?.. Haksızlıklar ve estetik olarak makulleştirilmiş çirkinlikler o denli kaplamıştır ki yeryüzünü, güzelliklere karşı kayıtsızlaşmayı vazife edinmiş, kendi içinde derin olmakla birlikte dışarıya doğru dalgın bir bakıştır bu. Gerçek var oluş öte’dedir ne de olsa, öte dünyada, öte insanda. Paz’ın kurcaladığı böyle bir öte’ görüşü Breton’un kahramanlığı içine yakıştırdığı öte’yi buraya, bu şimdiye taşıyan gerçek hayat görüşünden çok farklı değildir. An bir yücelme imkanıdır. Hayat şimdide süren bir imtihandır. Boğaziçi manzarasına görmeden bakan İslamcı, nesneleri ve renkleri gerçek varoluşun ötede olduğunu düşünerek algılıyor olabilir. Paz’ın deyişiyle, aynı zamanda şu demektir "ötede" olmak: Ben yalnızım ve ben seninleyim, her zaman burada olan bir ne-bileyim-nerede’de. Senin’le ve bura’da: Sen kimsin, ben kimim, nerelerdeyiz biz, buradayken? Karşı durulmaz, kaçak; tanımlanamaz, öngörülmez ve sürekli olarak hayatlarımızın içinde mevcut ötekilik, dinle, şiirle, aşkla ve benzeri başka deneyimlerle karışıyor. Öte sadece öte dünyada da değildir, buradadır, gerçek varlığımızın olması gerektiğini düşündüğümüz her yerdedir." (11) Ben varım, buradayım ve ben burada var oldukça sen yalnız değilsin. Müslüman olmasan da seni düşünüyorum, çünkü hepimiz Adem’le Havva’nın çocuklarıyız, hepimizi aynı Allah yarattı. İslamcı zihin tarihin, coğrafyanın ya da tabiatın ve toplumun engelleyen yüklerini aşarak yaratıcısıyla karşı karşıya olmaya borçludur. Ahlaklı bir devrimci, püriten bir militan, sorumlu bir aşıktır. Muhacir, mücahit ve bir tür ‘hızır’dır. Siyaseti Hazret-i Ali gibi dürüst kalarak, Hazret-i Ömer gibi de adaleti sağlayarak anlama ve eyleme iddiasındadır. Bu nedenle mevcut ‘solcu’ yapılara göre daha anarşist, daha muhalif ve halkçı, dolayısıyla da daha ‘solcu’dur.

İşte bu dalgın ve perdeli bakışın nereye baktığını anlayabilmenin tek yolu, anlatım kanallarındaki tıkanıklığı gidermektir. Ali Şeriati "Ne Yapmalı" isimli eserinde, ‘Ne yapmalı?’ diye soranlara, ‘Daha yeterince konuşmadık, tartışmadık ki yapmaya da başlayalım’ der. Bir tarafta tiksinti duygularına yol açan, diğer tarafta ise mazlumların hayallerini coşturan manzaralar, maceralar, tecrübeler üzerine uzun uzun konuşulmalı, bütün bunlar inceleme ve araştırmalara konu olmalı, edebi açıdan işlenmelidir. Bu konuda umutlu olmamak için bir neden yok: İslamcı kesim edebi kamunun kıyılarında tutulsa bile 90’lı yıllarda şiir ve hikaye alanında modern ve yerli üretimde bir çekim merkezi oluşturabilmiştir.

Solculuk gibi İslamcılık da bir dönemde yükselmiş, toplumsal hareketlenmelere katkıda bulunmuş, kitleleri karar mekanizmalarına katılım konusunda bilinçlendirmiş, dahası kavramların yeniden üretimini zorlamıştır. Bu süreçte bir bakıma zorunlu olarak rastgele bir şekilde edinilen bilgiler ortaya dökülürken, insanlar seçme yeteneği ve iradesine sahip olma konusunda düşünmeye mecbur kalmışlardır. Bazen bilgi hayata yeterli gelmemiş ya da hayat kendisine yüklenen bilgiyi algılamakta ve taşımakta üşengeç davranmış, bazen de özne bilgiyi hayata geçirmede ya da yaşadığı hayat açısından gerekli bilgiyi seçmede yetersiz kalmıştır. Başka yorumlar nasıl kendi dönemlerinin şartlarına göre oluşmuşlarsa, İslamcılık da renklerini kendi döneminin önceliklerinden almıştır. İslamcı dalgayla birlikte teknoloji, eşya, müzik, sinema, fotoğraf, aşk, sanat ve kadın gibi alanlarda ve konularda bir çok hüküm ve yargı müslümanların gündeminde en baştan ele alınarak konuşulmuş, bu konuşmalar pratiğe aktarılmış ya da aktarılamadığı için yeni sorular sorulmasına yol açmıştır. Türkiye’de İslam’ın temel gösteren olması bakımından, farklı isimler altında da olsa İslamcılık gibi yenilemeci dalgaların gerektiğinde farklı sorular ve taleplerle gündeme gelmesi çok tabiidir.

Dipnotlar:

1-İsmet Özel, Öğrenmek Kolay Düşünmek Zor, Milli Gazete, 6 Mart 2003.

2-Cihan Aktaş, Ruşen Çakır Söyleşisi, Direniş ve İtaat/ İki İktidar Arasında İslamcı Kadın, sf. 130, Metis Güncel, Kasım 2000.

3-Ümit Aktaş, İslami Hareket ve Siyasal İslam, Selam, 27 Şubat 2000.

4- Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis, Mayıs 1998, sf. 98.

5- S. Sayyid, Fundamentalizm Korkusu/Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu, Vadi, 2000, sf. 15.

6- Lefebvre, a.g.e., sf. 32.

7- Thierry Hentch, Hayali Doğu, Metis, 1996, tercüme: Aysel Bora, sf. 101 ve 113.

8- Ertuğrul Özkök, "Emine Hanım’ın ‘Poz’u, Tayyip’in Gözlüğü", Hürriyet, 28 Ocak 2003.

9- Hentch, a.g.e., sf. 242.

10- Yasin Aktay, Milenyum Sonu Dolayısıyla Tasfiye bilançoları, Tezkire, sayı 17, Ekim-Kasım 2000, sf. 110-129.

11- Octavio Paz, Modern İnsan ve Edebiyat, Remzi Kitabevi, Sf. 53, 1993.
Ekleme Tarihi: 23.05.2007 - 20:09
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Metin Önal MENGÜŞOĞLU

İslamcılık Bir Tarz-ı Siyaset midir?



Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne mersiyeler, bıraktığı eserlere de medhiyeler dizen Yahya Kemal’i tanıtırken Sezai Karakoç "Bozgunda bir fetih düşü" nitelemesini yapar. Acaba Yahya Kemal gördüğünün bir düş olduğunu biliyor muydu? Yoksa fethin yeniden müyesser kılınacağının hayalini mi kuruyordu? Yaşadığı hayata bakılırsa şair yeni (tarz) hayatı sımsıkı benimsemiş, eskiyi ise hafızasının hasret hanesine çoktan yerleştirmişti. Belki eski hayatın efsanevi bir yönü vardı. Ama adı üstünde, efsane, hakikat olamazdı. Hakikat daima İstanbul’da Pera Palas’ın batı tarzı tangola(şmala)r için tahsis edilmiş balo salonlarında idi. Bir de efsanede kalmak, hakikate hiç inmemek şartıyla otelin pencerelerine şavkı vuran Süleymaniye Camiinin minarelerinde, minarelerin ışığından hayal hanesine düşen fotoğraf karelerinde...

Ben Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü değneğine yaslanmış dururken ihtiyar Süleyman Peygamberin, ansızın düştüğünü, bir daha kalkamadığını bildiren Kur’an-ı Kerim kıssası ile irtibatlandırıyorum. Meğer değneğini kurtlar içerden yiyip bitirmiştir. Çürük değnek o ihtiyar gövdeyi bile taşıyamaz olmuş ve O’nun bir daha kalkamayacağı düşüşüne sebebiyet vermiştir.

Kıssanın kadim yorumlarının birisine göre (bk.34 Sebe, 14) Hz. Süleyman değneğine yaslanmış vaziyette iken zaten vefat etmişti. Çürük değneğin kırılması sadece vefatın açığa çıkmasını sağlamıştı.

Tahayyülatımızı biraz daha zorlayalım. Bir kış günü akşam yemeğinden sonra kallavi kahvesini de içen ve sıcak mangalın başındaki atlas minderinde bağdaş kurarak oturan Sultanın, hemen bulunduğu yerde derin bir şekerlemeye daldığını farzedelim. Şekerleme öyle tatlı ve derindir ki sarayın soytarıları Sultanı üzüntülü zannederek, onu eğlendirmek maksadıyla sessizce ona yaklaşıp altındaki minderi bir hamlede çekiverirler. Sultan azıcık sendeler ve lakin minderin altına serili hasırın üzerinde şekerlemesini sürdürür, istifini hiç bozmaz. İşe bakın ki koca imparatorluğun bütün serveti padişahın altından çekilen minderin şiltesinin içine saklanmıştır. Ve o minder şu anda dönme ve devşirme çocukları arasından seçilmiş soytarıların elindedir.

Şaka mı? Hayır! Uzun süren ve ölüme yakın bir mahiyet arzeden, Ashab-ı Kehf’inkini andıran fakat onun anlamlı esprisinden mahrum bir uyku halidir bu tasavvur edilen.

Uyanıldığı vakit görülmüştür ki Sultan ölmüştür. Altındaki minder ve şiltesine saklı servet ecnebi çocuklarının eline geçmiştir. Besbelli ki dışarıda ve içeride, o uzun uyku esnasında hiç uyumadan faaliyet göstermiş birileri yani soytarılar ortamın tek uyanık güçlüleri ve söz sahipleri olmuşlardır.

Tatlı tatlı, sindire sindire henüz uyku mahmurluğundaki topluma ilaçlar ve reçeteleri sunanlar hep o uyanıklardır. Uykularının bu ilaç ve reçetelerle açılacağını sanan o uzun uykucular, içilen her ilacın, uygulanan her reçetenin kendilerini bu kez de gözleri açıkken uyuklamaya sevk edeceğini nereden bilsinler?

İşte tam da o tarihi dönemin şerbet taslarında İslamlaşmak, Türkleşmek, Muasırlaşmak gibi üç tarz-ı siyasetin renkli sıvıları vardı.

Şöyle kabaca bir bakıldığı vakit onsekizinci yüzyılın hemen sonunda ve ondokuzuncu yüzyılın başlarında gündeme oturan bu üç fikir cereyanının hiçbirisinin geçmişte ciddi bir temeli yoktur. Babanzade Ahmet Naim’in 1914’de yazdığı ve sonradan kitaplaşan İslam’da Dava-yı Kavmiyet başlıklı makalesindeki görüşleri bunu teyid eder mahiyettedir. Üstad ilk kez o makalede kullanılan İslamcılık, Türkçülük ifadelerini kritik ederken şöyle yazıyor:

"Bu ‘cı’ edatının ‘Türk’ ile ‘İslam’ kelimelerine iltihakı ne kadar fena oluyor! Bu nisbeti kendilerine şiar edinenler bence yanlış isim intihab etmişler. Zira Türk, Arab olan kimse Türkçü, Arapçı olamaz. İslamcı’nın da müslüman demek olmadığı lügat-ı Türkiye ile edna mümaresesi onlarca malumdur."

Tarz-ı siyaset olmadığı besbelli bu reçeteler birer tarzı hıyanet veya gaflet miydi acaba?

Ben kırk yıldan beri bu ülkede müslümanlığını müdrik bir kimse sıfatıyla artık o gafletin en azından bütün toplum katmanlarında sürdüğüne inanmak istemiyorum. Evet bir takım türedi evhamlar son derecede can sıkıcıdır. Elhamdülillah Laikiz, hem müslüman hem solcuyuz diyenler eksik olmuyor. Ancak kimliğini ve aidiyetini isimlendirmeyi Allah’a terk edip de "Ben Müslümanım diyenlerden daha güzel sözlü kimdir?" buyruğuna tabi olan bizler varız ve buradayız. Rabbimizin rahmetini ummaktayız.

"Bozgunda fetih düşü" gören ve uzun uykusundan kısa elektro şok darbeleriyle uyandırılan toplum, üç tarz-ı siyaset program ve projeleri doğrultusunda bir müddet savruldu durdu. İslamcılar, Batıcılar, Türkçüler olarak aidiyetleri öne çıkanların geniş kitleler nezdinde halen sempatizan topladıkları malumdur. Ancak şu da malumdur ki bu projeler toplum barajının önüne çekilen ecnebi bir set idi. Bu set delindi mi şimdilerde bilmem ama, Necip Fazıl "Surda bir gedik açtık" derken bir şeyler sezinlemişti herhalde.

Peki içimizde halen "Ben İslamcıyım" diye böbürlenenleri ıslah mümkün olacak mı?

Şimdi "Onlar da bizim sarayın soytarılarıdır" desem, kim bilir ne alınganlıklar doğacak; küslükler baş gösterecek. En iyisi demeyeyim de İslamcılık’ın bugün ne anlam ifade ettiği üzerinde düşünelim.

Gözlemimiz odur ki ülkedeki resmi baskıların hiçbirisi doğrudan sade bir şekilde "Ben Müslümanım" diyenlere yönelik gelişmiyordu. Ancak sistemin kendi isimlendirmesi veya yakıştırmasıyla İslamcı çevrelere dönük ağır maddi ve manevi bir baskısı da söz konusuydu. Bu tezadın çözülmesi gerekliydi. Üstelik baskılara göğüs germe anlamında "Ben İslamcıyım" demenin/diyebilmenin küçük bir fiyakası bile vardı. Açıkçası Müslümanım yerine İslamcıyım demek yürek isteyen bir işti. O tür bir yürek de kimde bulunurdu? Elbette Asyalı Don Kişot’ta...

Günümüzde şöhretini İslam’dan devşiren yığınla aydın mevcut. Kimi muvafakat kimi muhalefet cephesinde. Çünkü üç tarz-ı siyasetin iki şıkkı Batılılaşmak ile Türkleşmek, arkasında bıraktıkları ile insanları tatmin etmekten giderek uzaklaşıyordu. İslam ise köylü dini olmaktan çıkmış çoktan şehirlere inmişti. Ve okur yazarların dini olarak müthiş bir cazibeye sahipti artık. Üstelik İslamlaşmak olgusu diğer iki tarz gibi ve onlar kadar sınanmamıştı da. Sınavını vermemişti. Kendini bu güne kadar hep maskeler, barikatlar, kamuflajlar arkasından ve ancak cılız yankılarla ifade edebilmişti. Düşünün ki imparatorluk bakiyesi üzerine kurulan yeni devletin yani cumhuriyetin İstiklal Marşını yazan şairi, İslamlaşmak cephesinin neferi sayıldığı için ömrünün sonunu sürgünlerde yaşamak zorunda bırakılmıştır. Doğru dürüst hayat hakkı bulamamıştır.

Hülasa yaman tezatların ve paradoksların yaşandığı bir ülkedeyiz . Üzülüyoruz.

İşte böyle bir ülkede özellikle de günümüzde ağırlığını, gücünü, değerini, önemini, vazgeçilmezliğini gitgide biraz daha hissettirmeye başlayan İslam, gizli ve aşikar bütün gündemlerin yegane konusu olmuştur.

Devletlerin derin dünyasından, Sovyet bloku çöktükten sonra, Nato’nun İslam blokunu yeni düşman ilan ettiğine dair sızdırılan haberleri, ninelerimiz bile işitti artık.

İslam’a muvafakat veya iman eden acilci ruhlar "Ben İslamcıyım" derken acaba şöhretlerini cilalamak mı istiyorlar diye ister istemez şüpheleniyoruz. Çünkü kurnazca kullanılırsa bu iş insana şöhret de para da sağlıyor. Fırsattan istifade resmi görüş de bu şablonu sindirmek istediği kesimin üzerine gitmek için kullanıyor. Böylece "Ben Müslümanım" diyen geniş halk kitlesi, olup bitenlerin farkına varmamış, sistem de amacına biraz daha yaklaşmış olacaktır. O amaç nedir? Bir cumhurbaşkanının ağzından dinlediğimiz, belirli sayıdaki ahkam ayetlerinin ya yok farzedilmesi veya yeni beşeri hükümlerle yer değiştirmesidir.

İşte İslamcılık söylemi böylesine tuhaf bir biçimde iki tür ağzın sakızı olmuştur. Biraz zorladığınız vakit "Ben İslamcıyım" demenin son tahlilde "Ben Türküm" demekle aynı anlamı ifade ettiğini savunmaya varan garipliklere ulaşacaksınız. Herhalde "Yiğit düştüğü yerden kalkar" darbı meseline yaslanan bu anlayış ve siyaset tarzı, Osmanlının çağdaş, yeni versiyonları hayalinin bir ürünüdür. Onlara göre hilafet Türklerin elinden alınınca tüm İslam alemi çöküntüye uğramıştır. Yeniden ayağa kalkmanın, dirilmenin yolu ise Türklerin önderliğinde Osmanlı misyonunu tekrar hakim kılmaktan geçmektedir. Osmanlı’da da kavmiyet unsuru olarak Türk ifadesi pek kullanılmazdı. Türk denildiğinde herkes bundan İslamı anlıyordu. Nitekim dilimizde de Türkün zıddı gavur değil miydi?

Üzülerek zikretmeliyiz ki meydanda bir orta oyunu varmışçasına komik görünen bu anlayış, cumhuriyet devrinde varolan İslamcılık düşüncesinin en emsalsiz tahliliymiş gibi gösterilmektedir.

Hülasa edebilecek miyim, bilmiyorum, zihnî savruluşlar yaşamış insanları sürekli kınayarak da hayırlı bir sonuca varamayız sanıyorum. Bildiğim bir şey var ki, o da şu İslamcı ifadesi yani sırf ‘cı’ ekiyle Türkçeleşmiş bu söyleyiş, en azından Türkçenin imkanları içerisinde bir tahfif imajı yaratıyor. Aziz İslam’ın adını küçük düşürücü bir izlenim bırakıyor. Sözlüklere bakıldığında da cı ve ci ekinin, bir şey yapanı, bir şey satanı nitelediğini göreceğiz. Bu ekin bir şeye taraftar olan, taraf çıkan şeklindeki anlamı ise ilmî değil galat anlamıdır. Yani dil açısından da sakat olan bu söyleyişe samimi insanların itibar etmemesi gerekir. Varsın onun fiyakası eksik olsun. Biz, bize Allah nazarında itibar kazandıracak isim ve sıfatlara rağbet edelim.

Ancak biliyoruz ki soytarılığa soyunanların ağızlarına bir kere tad bulaşmıştır. Onların ulaştıkları nimetlerden vazgeçmeleri kolay değildir. Evet, iman edenler için dünyevi nimete erişmiş olmanın pek bir anlamı yoktur. Zira Allah’ın bu nimeti pislik böceklerine dahi bolca ulaşmaktadır. İnsan için önemli olan uhrevi nimete erişmektir; dünyevi nimetin ise helal yoldan gelmesi için çalışmaktır.

İslamcılık çirkin bir yakıştırmadır. Tıpkı İsevilik, Musevilik gibi. Batıcılar Allah’ı hakkıyla tanıyamadıkları için Allah’ın elçilerini ille Allah’a ortakmış gibi sayarak dinlerini bile kendileri gibi bir beşere nispet etmişlerdir. Nitekim onların bir kısmı biz Müslümanlara da Muhammedî demektedirler. İçimizdeki bazı beyinsizler bunun vehametini fark etmeden aynen kullanmaktadırlar. Oysa biz Müslümanlar Allah’ın elçilerinin de bizler gibi birer beşer olduğunu söyler, böyle inanırız. Bizim dinimiz, kendisi Allah resulü de olsa asla bir beşere nispet edilemez. Filvaki Hz. Adem’den beri son resule kadar gelen din tektir o da İslam’dır. O’nun resullere nispeti müşrikâne bir sapmadır. Batıcılar bizi öyle çağırıyor diye, geçici bir süre için olsa bile, Muhammedî olarak anılmaya rıza göstermek İslam’ın ruhunu anlamamak demektir. Muhammed ancak Allah’ın elçisidir; din’imizi ona nispet etmez ve ona tapmayız. İslam da Allah’ın bize gönderdiği din’dir. O’nu gönderen, tamamlayan, isimlendiren bizzat Allah’tır. Biz onun misyoneri filan da değiliz. Hele onun postuna bürünüp onu satmaktan Allah’a sığınırız. Sadece onu yaşamaya çabalarız. Ne demişti şair Erdem Beyazıt:

"Sabır savaş zafer

Adım Müslüman"
Ekleme Tarihi: 23.05.2007 - 20:10
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Abdurrahman ARSLAN

İslamcılık

1. İslamcı tanımı; sorunuzda bahsettiğiniz niteliklerin aksine, İslamın akide ve pratiğiyle kendini sorumlu tutmak ve bunun için, eğer deyim yerindeyse, siyasal, sosyal, ekonomik, felsefi çaba göstermek anlamına geliyor. İslamcılık öncelikle, kendi doğuşuna sebep olan modern batı karşısında bir "duruşun" ifadesidir. Bizden iman ve amelimizi birbirlerinden ayırmamızı isteyen bir düşünce ve hayat anlayışına ve pratiğine karşı bir kimlik olmaktan çok, bir itiraz olma özelliği taşıyor. Burada bir "tavrı", bir "itirazı" veya bir "düşünceyi" İslamcı kılan nedir sorusu; kanımca meseleyi müphem olmaktan, bunun yanında en azından bir kısım müslümanları da pragmatizm ile "düşünce"yi birbirlerine karıştırmaktan kurtaracağına inanıyorum.

Müslümanların batı ile karşılaşmalarının; akide ve pratik arasındaki ilişkinin tutarlılığını her şeyin üstünde tutma isteği ve çabası, müslümanın modern zamanlardaki tutum ve faaliyetinin ekseninde yer almıştır. İslamcılık bu tutarlılığı, kendi hayat evrenini istila eden modern hayatın pratiğinde arayan ve bunun için "mevzi" kazanmayı hedef edinen bir çaba olma özelliğine sahiptir. Bu tespitten hareket ettiğimizde İslamcılık elbette ki İslamı entelektüel düzlemde kendine uğraş alanı edinmiş "elit" bir kesimi ifade etmez. Buna karşın eğer İslam belirli bir kesim tarafından kendileri için uğraş alanı, gündemde kalmanın imkanı ve iktisadi getirinin nesnesi haline getirilmişse, buna İslamcılıktan çok, "İslamologluk" demek daha uygun düşecektir.

İslamcılığın, müslümanların modern dünya ile karşılaşmalarının neticesinde ortaya çıktığını biliyoruz. Daha doğrusu müslümanların modern dünya karşısında düşünce ve amel düzeyinde takındıkları tavrın, daha sonraları İslamcılık olarak kavramsallaştırıldığını görüyoruz. Dolayısıyla müslümanların kendilerini başlangıçta böyle tanımlamadıkları bilinmektedir. Kavramsallaştırma oryantalist çağrışımlar taşısa da, günümüz konjonktürü içinde müslümanların "meramını" anlatmaya imkan veren bir anlam kazanmış haldedir. İslamcılık kanaatime göre birbiriyle çatışan iki boyutlu bir özelliğe sahiptir. Bunlardan biri İslamcılığın doğal olarak modern batı dünyasını kendine veri olarak almasıdır; ama bu onu bütünüyle batının "kopyası" yapmaz. Zira İslamcılık modern batıya karşı bir cevap olmaya çalışırken İslamı temel referans kaynağı yapmasıyla önem taşır; bu tutumu da onun özgün bir konumda kalmasını sağlayan diğer boyutunu teşkil eder. Bu haliyle İslamcılık kişisel bir tercih olmaktan çok, batıyla karşılaşmanın neticesinde ortaya çıkmış "zorunlu diyaloğu" ifade ettiği gibi; kendi özgün kaynaklarına sadık kalarak "İslamlaşma"yı esas almış olmasıyla önem taşır. Dolayısıyla batı ile karşılaşma, kaçınılmaz olarak her müslümana "İslamcı" bir "içerik" katmış olur.

2. Ne yazık ki müslüman kelimesi günümüze hakim zihniyet dünyasında kısmi bir anlam kırılmasına uğratılmıştır. Bu yüzden de müslüman kelimesi maalesef yalnızca ibadetle meşgul olmak manasına alınmakta. Halbuki İslamcılık, İslamı iktidarsızlaştırmak isteyen günümüz dünyasında, kendini sadece ibadetle sınırlandırmayan müslümana işaret eder durumdadır. Bundan olacak ki, kullanımı yaygınlaşmakta. Buna karşılık müslüman ve/veya muttaki kavramları bunu karşılamaktadır denirse, elbette ki buna itiraz etmek mümkün değil. Ancak bu durumda müslüman/muttaki’nin anlaşılmasındaki siyasal boyutun "imkanını" ve "nasıllığını" tahlil etmek gerekiyor.

3. İslamcılığı tanımlamak zor görünse de; onun fazlaca muğlak bir içeriğe sahip ve niteliklerinin belirsiz olduğu söylenemez. İslamcılık her şeyden evvel her hangi bir müslümanın, sadece müslüman olmaklığından kaynaklanan bir düşünce/düşünme, faaliyet veya yaşamakla ilgili bir tutum olmaktan önce; bütün bunların İslamın temel kaynaklarında kendilerine meşruiyet bulmaları esasına dayanır. İslamcılık bugün varsayıldığı gibi "başı boş bir alan" değildir. İslamcılık kendi uzun geçmişinde bazı yanlışlıklarla malul olsa da, bunun yanında ileri sürdüğü, savunduğu bazı iddialarının zaman içinde doğrulandığı bir "gelenek" sayılır. Yine aynı şekilde, bu süre zarfında ortaya çıkmış olan yanlışlıklarının da, bugün restore edilmesi fazlasıyla önem taşımaktadır. Hatta bugünün müslümanlarının entelektüel faaliyetlerinin yeniden hayatiyet bulması, işlerlik ve düzey kazanmasını, İslamcılığın 21. Yüzyılda tahlili ve restorasyonuyla mümkün olacağına inandığımı belirtmeliyim. Ama bu her müslümanın kendi dar ufku içinde "ben yaptım oldu" demesiyle olacak bir şey değildir. Hele hele bunun ucuz siyasetin liberal değerlerinin ışığında yapılmaya çalışılacak bir şey olmadığını anlamamız gerekiyor.

Bünyesinde doğal olarak farklı eğilimler taşımakta olmasına rağmen, İslamcılık iki hususta netlik taşır. Bunlardan biri İslamcılığın kaynağı ve hareket noktasıdır; bu ise İslam, yani Kur’an, Sünnet ve bunların modern dünyayı anlama meselesini kapsar. İkincisi ise İslamcılığın kendine seçtiği hedeftir; bu ise müslümanların modern dünya karşısında yeniden bir "özne" haline gelmesi meselesiyle ilgilidir.

4. Kavramın muhtevada oryantalist bir "renk" taşıdığı söylenebilir. Bunun yanında müslümanların elbette ki çok rahatlıkla kendilerini tanımlayabilecekleri, bütünüyle sorunsuz bir kavram olmadığı da bilinir. İslamcılık, çıkışından çok sonraları kavramsallaştırılmış olması yanında; kavramın, kanımca en fazla önemli hale geldiği dönem, Hilafetin kaldırılmasıyla beraber başlıyor. İslamın siyasal temsilinin artık mümkün olmadığı bir dönem sonrasında, İslamcılık ve İslamcı söylem entelektüel hayatta giderek daha fazla yer edinmeye başlıyor. Buna rağmen "İslamcılık", "İslamcıyı" belirlemiyor; kanımca ikisini de İslam ve İslamı referans alma tarzları belirliyor.

5. Kişisel kanaatime göre; İslamcılık, zamanın akışı içinde doğruluğu anlaşılmış düşünceler kadar; bu zaman içinde yanlışlanmış düşünceleri de bünyesinde taşıyan bir "gelenek/akım" veya söylem. Bunun da çok doğal bir şey olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu haliyle İslamcılığın başından itibaren kendisiyle birlikte taşıdığı ve zamanın akışının yanlışlıklarını gösterdiği bazı zaafları bulunuyor. Müslümanların son yirmi yıl içinde geldikleri noktayı göz önüne aldığımızda; İslamcı söylemin ve onun söz konusu zaaflarının yeniden tahlil ve restore edilmesi gerektiğine inanmaktayım. Müslümanlar kadar, müslümanların taşıdığı İslamcı söylemin onları nereye taşıyıp götürdüğünü; bunun yanında İslamcı söylemin bugün nasıl bir "müslüman model" inşa etmek istediğini bilmemiz gerekiyor.

Başlangıç döneminde gayet doğal, fakat 21. Yüzyılda devam etmemesi gereken bu zaaflardan biri; İslamcılığın bir çok yönden batılı sosyal/siyasal projeye bakarak kendini inşaya çalışmış ve halen çalışmakta olmasıdır. Bugün neo-liberal değerlerle cılız da olsa siyaset üretmeye kalkması aslında trajediden başka bir şey değildir. Çok önemli siyasi/iktisadi kavramları batılı kavramlarla sentezlemesi; daha doğrusu İslama ait kavramların içeriklerini batıdan aldıklarıyla doldurmaya çalışması, söz konusu bakış tarzının neticesidir. Eğer bu "içeriklendirme" ilk haliyle kalsaydı –ki kalması mümkün olmaz- sorun olmayabilirdi. Ama bizzat bu içeriklendirme müslümanı zihinsel olarak dönüşüme uğratan bir fail olmaktadır. Bugün yaşadığımız süreç bunu açıkça göstermektedir. Batılı kavramların cazibesi, İslamı batılı paradigma içinde okumaya/anlamaya devam etmemizden kaynaklanıyor. Biz müslümanlar batılı paradigma içinde kalarak, İslamı bu paradigmaya alternatif yapmaya çalışıyoruz. Elbette ki bu durumda batılı kavramlar fikri faaliyetimiz için vazgeçilmez ve yerleri asla başka kavramlarla doldurulamayacak yapı elemanları olmalıdır. Zira hangi kavramın nereye ve hangi işlevle gerekli olduğuna ve/veya gerekli olmadığına İslam değil, söz konusu paradigma karar vermektedir.

Kanımca olması gereken bu paradigma içinde zihinsel olarak yer almak değil, bunun dışına çıkacak entelektüel imkanların hazırlanmasıdır. Aksi halde nasıl ki sosyalizm paradigma içi bir muhalefet olduysa, İslamın muhalefetinin de paradigma içi bir muhalefete dönüştürülmesi söz konusu olabilir. İslamın ve müslümanların karşılaştıkları her şeye bir alternatif arama alışkanlığından vazgeçmemiz gerekiyor; İslam her şeye alternatif sunmak zorunda değil. Bu yüzden sorun İslamın kavramlarının işlevsiz kalmasından kaynaklanmıyor; zira İslamın kavramları her şeyin yerine ikame edilecek kavramlar değil. Sorun tezgahımızda dokumakta olduğumuz kumaşla ilgilidir. Bu şu demektir; her kavram inşa edici bir eleman olarak kendine ait bir paradigmanın içinde yer almak ister; ancak o zaman işlevini ve taşıdığı önemi anlamak mümkün hale gelir. Tezgahta dokuduğunuz desenin bize ait olmadığını artık anlamamız gerekiyor; tabii ki eğer daha dönüşmemiş bilinçlerin sahibi durumundaysak. Aksi halde deseni çok sevmiş olabiliriz.

6. İslamcılık doğduğu günden bu yana aynı düzlemde cereyan eden bir düşünce akımı değil. Türkiye’deki İslamcılık kanımca 1960’ların sonlarından itibaren ciddi bir kırılmadan geçmiştir. Bugünkü İslamcılığın vardığı içler acısı noktayı, bu kırılmayı göz önüne alarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. İslamcılık bu tarihten itibaren kendi ilmi geleneğinden ve köklerinden ciddi şekilde kopmuştur. Bu kopuşun zihinlerde yarattığı dönüşüm, müslümanı modern dünyaya katılmaya, yani modern idealleri İslam adına onaylamaya çağırmaktadır. Bugün Arşimed-vâri bir tespit olarak; müslümanların hayata "katılma" isteği, modern hayatın "nimetlerini" tüketme isteği, İslamı "avami" düzeyde algılama isteği, ya da post-modern bir zamanda yeni bir siyasal kültür üretme isteği; bu kırılmanın neticesinde keşfedilmiş "gerçekler" olarak müslümana görünmektedir.

Bu yeni "keşifler" aslında müslümandaki kaçış isteğini yansıtmakta. Geçmişten tiksinti ve kaçma arzusu modernist bir talep olarak önem taşır; kaçış bugün cari alanı yakalamanın en kestirme yoludur. Burada önemli olan, kaçışı rasyonel şekilde meşrulaştırmanın sağlanmasıdır. Günümüzde meşrulaştırma 28 Şubat’ta sağlanmakta; kaçışın güzergahını ise neo-liberalizmin kutsalı olmayan siyaset anlayışı aydınlatmakta; ve bu kaçışa hayata katılım denmektedir.

İslamcılık, başkalarının tanımladığı ve inşa ettiği bir hayata katılmayı ve onu taklit etmek gibi silik bir varoluşu değil; ona karşı müslümanca bir hayatı bizzat yaşayarak inşa etmek isteyen bir "özne"yi temsil eder. Bu yüzden kanımca biz müslümanların şunu anlamamız gerekiyor; artık günümüzdeki "müslümanın" ameli/faaliyeti ile "İslami olan" arasında ciddi bir kopuş yaşanmaktadır. Bu yüzden müslümanın her düşünüp yaptığı "İslamcılık" kategorisine girmez. Bugün bizim küreselleşen dünyayı da, müslümanların tecrübe ettiği siyaseti de nasıl bir zihniyetle okumaya tabi tuttuğumuz, meselenin esasını teşkil etmekte. Yoksa dünyadaki herkes zaten "dünyayı" okumaya tabi tutmaktadır. Sorun aradaki farkta yatıyor.
Ekleme Tarihi: 23.05.2007 - 20:12
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Atasoy MÜFTÜOĞLU

İslamcılık’ Üzerine

"İslamcılık"ın modern bir kavram olduğunu belirtmek gerekir. "İslamcılık"ın kavramsal çerçevesi Birinci Dünya Savaşı sonrası gündeme girdi. "İslamcılık"ı kısaca, Müslümanların tarihin nesnesi olmaktan çıkarak, tarihin-siyasetin öznesi haline gelme mücadelesi olarak tanımlamak mümkündür. Modern zamanlarda özellikle İslam’ın vicdani ve ahlaki bir kişisel tercih olarak sınırlandırılması gerektiği anlayışını reddederek, İslam’ın siyaseti de içerdiği tezi ile birlikte bir hayat tarzı olarak tarihe dönmek istemesi ve bu yolda İslam Dünyası toplumlarında yeni başlangıçlar yapması, dışarıdan bir isimlendirme ile "İslamcılık" olarak isimlendirilmiş ve bu isimlendirme etrafında spekülatif, sansasyonel, gerçeği yansıtmayan, çarpıtıcı, yanlı, önyargılı yorumlar yapılmıştır, yapılmaktadır. Hangi alanda olursa olsun, kendi kavramlarımızı İslami öze bağlı kalarak kendimiz üretebilmeliydik. Ancak; kültürümüz üretmek yerine, geleneksel mirası tüketmek üzerine kurulu olduğu için bu kavramsallaştırmayı başaramadık. Bütün dünyada İslamcılığın ilk’leri olarak bilinen isimler, Şeyh Cemaleddin Afgani, Mevlana Mevdudi, İmam Humeyni, Seyyid Kutub vb. gibi isimler entelektüel gösteri olsun için mücadele etmediler.

Modern dünyada "İslamcılık"la ilgili oluşturulan imaj olumsuzdur; söylem ise gerçekdışıdır. Laik ölçütlerle çeliştiği ve çatıştığı için, "İslamcılık" tanımlaması laik toplumlarda infial uyandırıyor. Modern-laik-materyalist kültür ve uygarlık, İslam’ın bu yeni çerçevesini anlamaya elverişli değil. İslam’ın asli özgünlüğüne dayalı olarak, bir bütünlük içerisinde, bütün insanlığa ve İslam Ümmetine hitap eden yeni tarzı İslam Dünyası dışında büyük bir endişe-korku uyandırdığı için reddediliyor. İslamcılık şimdiki zamanın dili, ifadesi olmak istiyor; şimdiki zamanın sorunları, bilgisi, gereği ve bilinci üzerinde duruyor; içerisinde yaşadığımız gerçeklikle ilgileniyor. Geleneksel söylem ise, daha çok bir nostalji temelinde geçmişe doğru bir ilgiyi canlı tutmak istiyor. "İslamcılık" tanımının amaçlı bir kavramsallaştırma olarak tasarlanmış olduğu düşünülebilir.

İslam’ın bütün boyutlarını içeren bir dil, söylem ve eylem anlayışı, hayatın bütün boyutlarına yönelik bir aktivite yönelişi, İslam’ın modern dünya karşısında bağımsız bir şekilde kendisini yapılandırma girişimi çabaları söz konusu olduğunda, İslam; Batı dünyasında düşman haline gelmiştir. İslam’ın bağımsızlığı demek; özellikle Ortadoğu’da Batılıların petrol ile ilgili çıkarlarının ve İsrail’in varlığının tehdit altına girmesi demektir. "İslamcılık" günümüzde daha çok bir indirgemecilik biçiminde kullanılıyor.

Kimi eksikliklerine ve yetersizliklerine rağmen İslamcılık olarak kavramsallaştırılan İslami tasarı ve tasavvur savunmacı bir tepki değildir, bir slogan değildir, bir protesto hareketi ya da dalgası değildir. Irk ve sınır ayrımlarını aşarak, sınırları aşan yeni bir bilinç ve duyarlılığı oluşturan bu yeni tasarı ve tasavvur; her tür yabancılaşmayı, dışlanmışlığı, yozlaşmayı, taklitçiliği, geçmişçiliği, hastalıklı romantizmi, statükoculuğu, konformizmi, teslimiyetçiliği, bağımlılığı, tek boyutluluğu, devletçiliği, tarih ve coğrafya merkezci saplantıları, ufuksuzluk ve dar görüşlülüğü, bağnazlık ve aşırılıkları sorgulayarak ve aşarak yeni bir özgünlük ve özgürlük arayışının ifadesi olmak istemektedir. Bu yeni tanım ve tasavvur, din ve siyasetin birliğini savunan bir gerçekliğin günümüzdeki yansımasıdır. Aziz İslam’ın diğer boyutları yanında siyasal bir karakteri ve özelliği olduğunu vurgulamak gerçeği yansıtan bir değerlendirmedir. Siyasal İslami yöneliş, düşünsel, kültürel, entelektüel, ahlaki, ruhsal yönelişlerle, gelişmelerle birlikte yürütüldüğünde ancak etkili ve anlamlı olabilir.

İslamcılık; dağılmış, bir kenara terkedilmiş parçaları bir araya getirerek, bölünmeleri, karşıtlıkları, hizipçilikleri aşarak, tutarlı, bütüncül bir çerçeve oluşturarak; İslam’ın yeni bir değer sistemi olarak, yeni bir siyasal sistem olarak tarihe dönüşü için, tarihin İslami anlamda yeniden başlaması için, ortaya konulan yeni bir duyuş, algılama ve duruş tarzıdır. İslamcılığı koşulların ürünü olarak yorumlamak yanlıştır. İslamın her anlamda ve her alanda hayata dönüşü projesi, İran İslam Devrimi’nin başarıya ulaşmasıyla birlikte İslamcılığın romantik bir ütopya olmadığının anlaşılması, Mısır’da, Cezayir’de, Sudan’da İslamcı kadroların kazandığı büyük başarılar, İslam Dünyası toplumlarında kültürel-siyasal statükoyu değiştirme-dönüştürme girişimleri, bağımsız, evrensel bir İslami çizginin, dayanışmanın, ilişki biçiminin ortaya çıkışı; bütün dünyada farklı etkiler ve yankılar uyandırmıştır. Bu noktadan hareketle bütün bir Batı Dünyası statükocu düzenleri ve Batı’yı sorgulayan ve bunlara meydan okuyan yeni İslami dili ve söylemi aşırı, yanıltıcı yargılarla mahkum etmeye çalışmış, İslamcılığı kuşatmak ve tecrit etmek amacıyla, İslamcılığın şiddet yanlısı olduğu iddiasını gündeme getirmiştir. Batı Dünyası, komünizmin dağılışını izleyen dönemde ortaya çıkan düşman boşluğunu İslam ile doldurmak istedi. Soğuk Savaş döneminde Batı, Sovyet Bloku ile daha çok siyasal açıdan bir rekabet içerisindeydi. Batı ile Sovyet Bloku arasında yaşama biçimleri açısından bir sorun yoktu. İslam söz konusu olduğunda kültürlerin ve uygarlıkların çatışması da hayata geçirilmiş oldu.

Siyasal değişim, dönüşüm ve yeniden inşa talepleri; kültür ve uygarlık rekabetleri dışında petrol bölgelerinde istikrarın ve güvenliğin tehdit altına girmesi ihtimali, İsrail’in güvenliğinin sarsıntıya uğraması endişesi, dünya Siyonizminin öncülüğünde dünya çapında etkili İslam karşıtı kampanyaların açılması sonucunu doğurdu. Bugün, bütün dünyada, kimi İslam Dünyası toplumlarında ve özellikle de Türkiye’de, İslamcılık-siyasal İslam konusunda, İsrail ve dünya Siyonizmi tarafından üretilen olumsuz, çarpıtılmış ve düşmanlık içeren nitelemelere dayalı kalıplar tüketiliyor. Bu kalıpları İslam karşıtları ile birlikte kimi İslami çevreler de kullanabiliyor. Sözünü ettiğimiz kampanya İslam’ın siyasal etkisinin yok edilmesi, İslam’ın modal alanla kısıtlanması, Batı Dünyasının petrol çıkarlarının korunması, İsrail’in güvenliğinin sağlanması amacıyla çok yoğun bir şekilde sürdürülüyor. Bu kampanya bugün, militarizmin ve emperyalizmin bütün güç araçları kullanılarak sürdürülüyor.

Emperyalist, militarist, faşist merkezi güçlerin ve egemen kurumsal yapıların çok yönlü kuşatması karşısında İslamcı eğilimlerin düşünsel, entelektüel, kültürel ve siyasal anlamda gerekli direnci gösteremedikleri gerçektir. İslam tarihi boyunca hanedanlıklar, sultanlıklar, kavimler, imparatorluklar, devlet ve siyaset bağlamında, İslam’ın özünü ve ruhunu yansıtmak yerine, tersine bir işleyişle, kendi hanedan, kavim, saltanat ve imparatorluklarına özgü telakkileri İslam’a ve Müslüman topluluklara yansıttılar. İslam aracılığıyla kendilerini meşrulaştırdılar. Tarihsel süreçler içerisinde ortaya çıkan ve ümmet ahlakını yıkan bu farklılıklar, ayrılıklar, aykırılıklar İslami hareketler tarafından aşılamadı, evrensel bir güç birliği oluşturulamadı. Yerel, milliyetçi tutkular, bağnazlıklar, bencillikler nedeniyle evrensel anlamda güçlü bir İslami aidiyet duygusu oluşturulamadı
Ekleme Tarihi: 23.05.2007 - 20:13
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
İhsan TOKER

İslamcılık’ Kullanımı ve Ortaya Çıkardığı Sorunlar Üzerine





Müslümanlık Yanında ‘İslamcılık’

‘İslamcılık’, son zamanlarda giderek daha da yoğunlaşan bir biçimde gündemde yerini alan bir konudur. Yine bu çerçevede ‘İslamcı’ ile ‘Müslüman’ ifadeleri, günümüzde İslam dinine mensup kabul edilen çevrelerde zaman zaman çeşitli tartışmalara konu olan kullanımları temsil etmektedirler. İlginç bir biçimde hem ‘İslamcı’ hem de ‘İslamcılık’ karşıtı ya da dışarıdan kişiler bu iki ifadenin farklı muhtevalara sahip oluşu üzerinde neredeyse görüş birliği içerisinde görünmektedirler. Gerçekten de Müslümanlık, tarihi olarak peygamber Muhammed’e indirildiğine inanılan ve Kur’an’ın iki kapağı arasındaki sayfalarda somutlaşan bir muhtevaya bağlılıkla ilgili iken ‘İslamcılık’ modern zamanlarda bu toplumların siyasi bir ifade aracı ve yönelimi olarak ortaya çıkmış çerçevelerle ilgili olarak kullanılmaktadır. Görüldüğü gibi bu kelimeler arasında her şeyden önce büyük bir zaman farkı bulunmaktadır. Müslüman kelimesi orijinal müslim kelimesinin Arapça çeşitli büklümleri halinde İslam’da Kur’an aracılığıyla ifade bulmuş olduğu gibi, bilindiği üzere bu İslam’ın (selam, selamet, teslimiyet vs. gibi türevlerini de eklemek lazım) Allah’ın insanlık için genel bir çerçeve olarak koyduğu şeye karşılık geldiği bilgisinden hareketle onun kadim bir özellik olduğunun ileri sürülebilmesini imkan dahiline sokmaktadır.

Halbuki ‘İslamcı’ ifadesi modern dönemde ortaya atılmıştır. Bu yönüyle de Müslüman ve onun gerektirdiği kavramlar dizisinin yanında bu yönüyle çok türedi bir konuma sahip görünmektedir.

Büyük zaman farkının (eski, köklü/yeni, türedi) yanı sıra diğer bazı önemli ayrımların da üzerinde durulması gerekmektedir. Bunlardan ilk akla gelenlerden biri isimlendirici kaynakların farklılığıdır. Müslüman kavramı Müslümanlar açısından Allah tarafından verilen bir ad olmasına karşılık ‘İslamcı’ kelimesi dış kökenlidir. ‘İslamcı’ kelimesi Batıda ‘ism’ son ekinin karşılığı kullanılarak İslam’a iliştirilmek suretiyle Batılı zihinlerce ihdas edilip yaygınlaştırılmıştır. Elbette bu Batılı kaynakların da bu kelime itibariyle varyasyonlar içerisinde bulunmaları söz konusudur; bunların kimilerinde ‘İslamcı’, bir ‘öteki’ işlevine sahip kılınmakta, kimilerinde kendilerince aşırı dini tutum halini ifade aracı olarak kullanılmakta, en iyi durumda sosyal bilimlerde bir çözümleme aracı olarak ona başvurulmaktadır.

Bu tutumlar düşmanlık besleme, karşıtlığı keskinleştirme, küçültücülük, tepeden bakış, muhatabını kategorize etme, nesneleştirme gibi birbirine kâh yakın, kâh farklı noktalardan tahlile muhtaç durumdadırlar. Ama her halükarda, terimin ortaya atılışı ve kullanımı bakımından ahlaki bir problem ortaya çıkartmaktadırlar.

Diğer taraftan bir kısım Müslümanların bu ada ya da nitelemeye sahip çıkmaları da ayrı bir problem oluşturmaktadır. Allah’ı, kitabı, peygamberi vs. besbelli olup iman çerçevesinde zorunlulukları bulunan ve üstelik adları da -Mohammedanist ya da Muhammetçi falan değil- kendi dini kaynakları tarafından verilmiş olan bu kesimler bu türlü nitelemelere sahip çıktıklarında ya da diğer Müslümanlar için kullandıklarında kendilerini problemli bir duruma sokmaktadırlar. Bu nitelemenin kabul edilmesi halinde Müslümanlıkta olmayan bir fazlalığın söz konusu olduğu zımnen onaylanıyor demektir. Dolayısıyla ‘İslamcılık’, Müslümanlığa aslında olmayan bir ekleme yapılması iması taşımaktadır. Ya da normal bir Müslümanlığa karşı normal üstü, normalin dışında, ekstra bir dindarlık durumu olarak (dinci nitelemesi burada hatırlanmaya değer) bir ‘İslamcılık’ ortaya çıkmış olmaktadır. Her durumda ‘İslamcılık’, onunla niteleneni orijinal İslam’dan fazlasını ifade eder hale koyar bir niteliktedir.

Bu çelişkili duruma rağmen bugün, belirtilmiş olduğu gibi, İslami hareketler içerisinde yer alan ya da bireysel olarak kapsamlı İslami düşüncelere sahip olan bir çok kişinin bu adı kendilerine mal etmiş olmaları da çokça gözlemlenen bir olaydır. Ancak böyle bir tutum, bunu, kendilerini vuran bir silah haline getirmektedir. Öz iradeleriyle, kendilerine rağmen kendilerine iliştirilmiş bir sıfatı/ adı (aslında yafta demek en uygunu) benimsemeleri çelişkiyi ortadan kaldırmamaktadır. Bu kendine mal ediş, her şeyden önce kendi varoluş gerekçelerini ve meşruiyet temellerini zedeleyicidir; böyle bir tutumla kendi türediliklerini, İslam’a, Müslümanlığa rağmenliklerini kabul etmiş ve dinlerinin asıl temsilcisi olarak bu ‘İslamcılık’ adını tercih etmek suretiyle asıl, öz adlarını devreden çıkartmış olmaktadırlar. Takdir edileceği üzere bu durum da problemlidir; yeni bir nitelemenin kabulüyle yeni bir İslam tasavvuru; orijinallik, otantiklik iddialarıyla çelişmektedir, zira bir dini inançlar pratikler seti nasıl olup da -kendi adı varken, ona rağmen- yeni bir isme ihtiyaç duymaktadır? Böyle bir isim ihtiyacına paralel olarak bunu rakiplerinden devşirmeyi hangi meşruiyet çerçevesine dahil edebilecektir? Yeni -üstelik İslam-dışı kaynaklardan gelen- bir adla adlandırılmak suretiyle sahih bir İslam/Müslümanlık teziyle arada oluşan çelişkiyi -madem sahih bir İslam peşinde, neden kendi öz/asıl adını tashih etmeyip de yeniden ad alıyor?- nasıl çözebilecektir?

Bütün bunlardan hareketle söylenebilecek şey şudur: ‘İslamcılık’ ifadesi onu icad edip, isim babalığını yapanlar açısından bir ötekileştirme, kategorize etme ve olumsuzlama gibi yönleriyle ahlaki bakımdan; onu kendilerine mal edip, benimseyenler açısından da, kendi otantikliği peşindeki oluşumların, söylemlerin daha kendi isimlerini bu otantiklik iddiasına uygun çerçevede ele alamamaları yönüyle mantıki bakımlardan problemlilik arz etmektedir.

‘İslamcılık’ mı ‘İslamcılıklar’ mı?

Değişik bakış açılarına göre İslamcılığın hem tek bir anlam çerçevesine sahip bulunduğundan, hem de çeşitli kıstaslar paralelinde farklı kullanımlara konu olduğundan bahsedilebilir. Ortak çerçeve olarak İslam’a kamusal, siyasal alanda önplanda bir yer verilmesi sonucunu doğuracak vaziyet alışların, ağırlıklı olarak dini bir söylemin ve yine dini nitelik taşır gözüken hedeflerin varlığı gibi husustan söz edilebilir.

Bununla birlikte zaman, dönem, mekan, kavramsal çerçeve, kategoriler, etnik kökenler, konumlar, tutumlar vs. bakımlarından farklı İslamcılıklardan söz etmek daha uygun olacaktır. Sözgelimi son dönem Osmanlı düşün akımlarından biri olarak ‘İslamcılık’la, Hasan el-Benna, Seyyid Kutb, Mevdudi ‘İslamcılığı’ farklı kefelerde yer almak durumunda olabilmektedir. Yine genel olarak Orta Doğu’daki ‘İslamcı’ akımlarla Türkiye’deki ‘İslamcılık’ mukayese edilebilir farklılıklar taşımaktadırlar. Bir başka ayrım noktası olarak ‘muhalefet İslamcılığı’ ile ‘iktidardaki İslamcılık’ın özellikleri akla getirilebilir. Özellikle son zamanlarda ön plana çıkan bir ‘kadın İslamcılığı’ olgusu hayli ilginç analiz imkanları ortaya koyar bir nitelik taşımaktadır. İslamcılık gibi evrensellik sayıltısıyla yaklaşılan bir yönelim, yer yer etnik bağlılıklardan da melezlenebilmektedir. Müslüman dünyanın temel bir dualitesi olarak Sünni ve Şii İslamcılıklar farklı perspektiflerden hareket edebilmektedirler. İçinde bulundukları ortam ve dönemler göz önünde bulundurularak bir ‘modernist İslamcılık’tan olduğu kadar pek ala bir ‘post-modernist İslamcılık’tan da söz edilebilir. Ne var ki burası bir ‘İslamcılık’ tipolojisinin açımlanmasının yeri olmadığından, şimdilik konuyla ilgili yaklaşımlarda bütün bu farklılıkların göz önünde tutulmasının taşıdığı öneme dikkat çekilmekle yetinilecektir. Aşağıdaki çözümlemelerin ise daha çok, anılan bu olgunun Türkiye’de 1990’lı yıllardan bu yana evrilen durumuyla sınırlı olarak anlaşılması gerekmektedir.

‘İslamcı’ Vokabüler

Kendi adını bile dışarıdan alan ‘İslamcı’ kesimin İslami kavramların yerine ya da onlardan daha çok batılı olanlarına yönelmiş olması şaşırtıcı bir durum oluşturmamaktadır. Medeniyetler arası bir karşı karşıya gelişte özellikle son iki yüzyıldır bir Batı (medeniyeti) üstünlüğü algılaması paralelinde her bakımdan olduğu gibi düşünsel olarak da belirgin bir şekilde bir bağımlılık durumu söz konusu olmuştur. Aslında İslam medeniyeti çerçevesinde hayat bulmuş ya da yeniden üretilmiş bir çok kavram da özgün olmayıp dış kökenlidir. Fakat burada aslolan ‘İslami bir duyarlılık’ın modernlik ve öncesindeki tarihi süreçlere müdahil olup bunların en azından bir kısmını kendisine mal etme gayreti sonucunda içerisine düştüğü paradoksal durumdur. Bu bakımdan hepsi ‘İslamcılık’ etiketi altında toplanan yönelimlerin arasındaki önemli bir farklılığa değinmek de gerekecektir. Zira Asrı saadeti bir referans noktası olarak alan, tabir caizse daha eski İslamcılarla -onlar kendileri için bu nitelemeyi kullanıyorlar mıydı?- ‘artık yeni şeyler söylemek gerek’ diyen, kendilerini yeni İslamcı olarak lanse edenler ya da öyle nitelenenler arasında anlamlı farklar hatta temel çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Bahsi geçen paradoks işte bu ikinci versiyon için kaçınılmaz hale gelmektedir.

İlkinde de Batılı kavram ve terimler bulunmasına karşılık bunlar İslam’ın bir dini çerçeve olarak sınırlarını zorlayıcı olmaktan genelde uzak olmuşlar, daha çok araçsal ve kurumsal hudutlar içerisinde kalmışlardır. Sözgelimi anayasa, devlet, ideoloji vb. gibi kullanımlar ‘yeni’ ve ‘Batı orijinli’ kelimeler olmakla birlikte -daha çok istisnai nitelik taşıyanlar haricinde- bunların bir İbrahimi din olarak İslam’ın akide ve pratiklerine tecavüz edecek mahiyette olmadıkları ileri sürülebilir. Oysa ikincisinin ortaya çıkıp formüle edildiği 1990’lı yıllardan bugüne bu ‘siyasal İslam’ temsilcilerinin söylemsel çerçevesi, kendilerinin de bizzat değişim şeklinde kavramsallaştırdıkları vechiyle neredeyse Batılı, liberal, sivil, sosyal, felsefi vb. ne kadar kavram varsa alıp kendisine mal etmiş gözükmektedir. Bunun tabii bir sonucu artık zikredilen peygamberi gelenekle hiçbir alakası olmayan bir kavramlar setinin içselleştirilmeye başlanmış olmasıdır. Bu yeni söylemde insanlar artık tevhide, Kur’ana, Allaha tabi olmaya, silme değil; demokrasiye, insan haklarına ve hatta laikliğe çağrılmaktadırlar.

Tabii bunun yegane nedeni yenilmişlik duygusu değildir; Batı’da ortaya çıkan paradigmal değişiklikler, postmodernitenin yol açtığı durumlar da içerideki ‘İslamcı’ figürlerin mutasyonunda önemli roller oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir. Konjonktürün müsaitliği sayesinde hemen ‘lâ’lara sarılanlar, rüzgarın yön değiştirmesiyle birlikte 'yes'lere sürüklenmekte gecikmemişlerdir. Postmodernlikle birlikte akılcılık, bilimcilik, ulusçuluk, laiklik gibi batı modernliğinin temel değer veya yönelimleri büyük ölçüde zayıflamış, ‘ne olsa gider’ şeklinde formüle edilen görecelikçi tutum hayatın bütününe sirayet etmiştir. Hazırdan tüketen ‘müslüman’ toplumlar bu kavram setini kendi dillerine çevirmeyi de ihmal etmemişlerdir.

Artık hakikat parçalanmış durumdadır; o hayata geçirilecek ontolojik bir teslimiyet değil, metafizik-mistik bir spekülasyon konusu olup bu konuda bilumum tariklerin hepsine yer bulunmaktadır. Ontolojik birlik yapıbozumuna uğratılmış, siyaset (yaşam) ontolojiden ayrılmış, varlığın halikı varettiklerinin eylem alanından -fiilen- kovulmuştur. Dünyevileşen -kutsala ilişkin referansları zayıflayan anlamında; yoksa tabii ki tanımı gereği, din hayatın ve dünyanın içindedir, dışında değil- siyasetin manevra kabiliyeti edinilmiştir. Muhalefetteki ‘lâ’lar, iktidardaki ‘yes’lerle çoğulcu bir şekilde bir arada yaşama özgürlüğünü elde etmiştir. Böylelikle radikallikten ılımlılığa/uzlaşıcılığa uzanan bir yolculuk gerçekleşmiştir.

Bu ‘yeni İslamcılık’ın sözde hareket noktasıyla bugün geldiği yer arasında belirgin farklılıklar husule gelmiştir. Geçmişte Allah’ın geniş arzında hicret edenlerin yerini bugün ‘köy’lerinden ‘şehr’e göç edenler almış, bunlar bulundukları ortamları kendilerine uyduran birincilerin aksine kendileri içine girdikleri ortam (ve zamanın) şartlarına adapte olma yolunu seçmişler, oyunun kurallarını kabul etmiş, bunda da çok mesafe katetmişlerdir. Kendilerine kariyer sağlar görünen başlangıçtaki değerlerinden hamleleri onları bambaşka sahillere sürüklemiştir. Buralarda ‘muktedir’ olduktan sonra gücün cazibesi onları bırakacak gibi gözükmemektedir. Dolayısıyla kaderin bu ‘hoş’ cilvesinin kendilerine sağlayacağı imkanlar karşısında günah çıkarmaları, geçmişteki ‘kabahat’lerini modern rahipler önünde ikrar edip ‘rahatlama’ları onları babaları Adem’e daha bir yaklaştıracaktır; İbrahim olmaya gerek de yoktur, niyet de.. Hiçbir şey yasak ağacın meyvesinden tatmaya benzeyemez çünkü. Ne var ki, kendileriyle birlikte başkalarını da sürüklemek bahasına...

Kendi adlarına mütevazi bir katkı kabilinden Batılı isim babalarının kendilerine yakıştırdığı adın başına bir ‘yeni’ öneki getirmeye çabalıyorlarsa da yine son sözü ötekiler söyleyeceğe benzemektedir. Zira tanımlamanın gerçek bir iktidarı, güç sahibi olmayı gerektirdiği düşünülecek olursa tanımlananların tanımlamaya kalkması -hala varsa eğer- eşyanın tabiatına aykırı düşecektir. Dolayısıyla -Gilles Kepel, Nilüfer Göle vb.lerinin dile getirdikleri İslamcılık-sonrası (post-İslamizm) ifadesi -ötekilere nazaran- daha bir yakışık almakta; üstelik hem daha mantıki, hem de daha ahlaklı bir kullanım olarak gözükmektedir. Bu itibarla sosyal bir olgu olarak güce ilişkin ve sınıfsal çözümleri haklı çıkartacak ölçüde önemli bir ‘karşı-seçkinler’ olgusu olarak ‘İslamcılık’ ya da İslamcılık-sonrası, incelenmeyi hak etmiş bulunmaktadır. Bu karşı-seçkinliğin moral-ritüel boyutunun mu, yoksa entelektüel boyutunun mu ön planda olduğu yolundaki soruların cevabı kendi içinde saklı gibidir.
Ekleme Tarihi: 23.05.2007 - 20:15
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1450 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
FERAT (54), ridvanpasa (52), berika (56), sinem86 (39), ömer69 (55), 64akargöl (61), gulum61 (38), nura_yolculuk (44), chinchan25 (43), yagmurzamani (44), memiþ (62), kadir23 (43), serpilcik (38), gülzade (42), ferhatakar (51), aliriza1978 (47), FaniMehmet (35), Orhan0 (35), anayüregi (51), sirdasmistik (56), SanaLCan (41), eda (43), omrkra (42), mollabey (59), Müslihiddin (39), matis (43), hursitoney (52), dilsah (40), Yasemin86 (39), alextoni20 (35), erkan_ceyhan (47), 33onur (48), Fatih Sener (28), þadi (54), gülbay (59), reþha63 (42), yusuf_33 (41), ebru92 (33), hakaneker (52), benibo (35), HuZuRum (44), furkan54 (47), kardelen-cicegi (38), pejmurde (46), oska5858 (64)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 1.30908 saniyede açıldı