0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » BÜYÜK ŞAHSİYETLER » Hz.Alinin (ra) evlilikleri, eşleri ve çocukları !

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 10 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Themenicon    Hz.Alinin (ra) evlilikleri, eşleri ve çocukları !

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Hz.Alinin (ra) evlilikleri, eşleri ve çocukları
(Hz. Ali 8 eşinden 14 erkek çocuk, 18 kız çocuk)
Hz Alinin oğlu Muhsin(veya Muhassin) çok küçük yaşta vefat etmiştir Ayrıca Hz Alinin Hz Hasan ve Hz Hüseyinden başka bir çok çocuğu vardır Hz Ali, Haşîmoğullarmdandır Hz Peygamber'i amcası Ebû Tâlib'in oğludur Onun hanımları ve bunlardan olan çocuklarını şöyle tespit etmek mümkündür:
1) Hz Fâtıma: Hz Peygamber'in (s a v ) en küçü kızıdır Hz Ali'nin de ilk hanımıdır Hz Fâtıma vefat edinceye kadar, Hz Ali bir başkasıyla evlenmemiştir 1 Hz Fâtıma'dan olan çocukları Hasan Hüseyin ve Muhsin, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm'dür Hz Ömer halifeyken, Hz Peygamber'in vefatından Önce dünyaya gelen Ümmü Gülsüm’le evlenmek istemiş ve evlenmistir Onun Ümmü Gülsüm'le evlenmek istemesi, "bütün neseblerin ve sebeplerin kesildiği Kıyamet'te, ancak Hz Peygamber'in nesebi ve sebebinin kesilme diğini" bilmesindendir Zeyneb de (Zeynebu'l-Kübrâ) Abdullah b Cafer'le evlenmiştir

2) Âmir b Kilâb Kabilesinden Ümmü'l-Benin bint-i Hizam Hz Ali'nin, bu hanımından Abbas, Cafer, Abuddullah ve Osman adlarında dört çocuğu olmuş tur

3) Onun hanımlarından biri de, Temim Kabilesin den Leyla bint-i Mes'ud'dur Bunun iki çocuğu olmuş tur: Abdullah ve Ebû Bekir

4) Has'amî Kabilesinden Esma bint-i Umeys Bu hanımından, Yahya ve Muhammedul-Asgar (Küçük Muhammed) dünyaya gelmiştir

5) Cu'şem b Bekir Kabilesinden Sahba bint-i Rabia adlı kadın da, onun eşlerindendir Bu, Tağlibli bir câriye/köle kadındı Hz Ali'nin bu cariyeden Ömer ve Rukiyye adlı iki çocuğu olmuştur (Bir cariyenin sahibi, nikâha gerek kalmadan, câriyesiyle evlilik ilişkisine gi rebilir Buna istifraş veya odalık alma denir Milk-i yemin [sahip olmak> milk-i nikâhtan daha kuvvetli olduğu için, cariyesini sahibi istifraş edebilir, yani yatağına alabilir Câriye, böyle bir birliktelikten çocuk doğurursa Ümmü Veled=Çocuk Anası adını alır Satılamaz Çocuk hür statüde olur Ümmü veled de ya sahibinin âzadlamasıyla yahut onun ölümüyle otomatikman hürriyetine kavuşur Ayrıca, İslâm'a göre, bir başkasının câriyesiyle, sahibinin izniyle evlenilebilir 2 Hz Ali'nin, cariyesi ve ondan olan çocukları ko nusu kafamızı karıştırmamalıdır)

6) Hz Peygamber'in damadı Ebû'1-As b Rebi'nin kızı Ümâme de, Hz Ali'nin hanımlarından birisidir Mu-hammedu'l-Evsat da (Ortanca Muhammed) bu hanım dan olmuştur

7) Havle bint-i Cafer el-Hanefiyye "İbn-i Hanefiyye" diye bilinen Muhammed, bu hanımından olmuştur

8) Urve b Mes'ud es-Sekafi'nin kızı Ümmü Said Hz Ali'nin bu hanımından ÜmmüT-Hüseyin ve Büyük Remle adlı kızları olmuştur Bunlardan başka, Hz Ali'nin edindiği cariyelerden olma kızları ve çocukları vardı Hz Ali 14 erkek çocuk, 18 kız çocuk sahibiydi Fakat nesli, Hz Hasan, Hz Hüseyin, Muhammed (İbn-i Hanefiyye), Abbas ve Ömer adındaki oğullarından türemiştir Oğullarından çoğu Hicretin 60 Yılında Kerbela’da şehit edilmiştir

1- Ehl-i Beyt, Hz Fâtıma'ya ilgili hadislere bkz "Hz Fâtıma benden bir et parçasıdır Onu üzen şey beni de üzer " Çocukları için bkz Târîhû'l-Hamîs II, 283

2- Geniş bilgi için bkz Osmanlı'da Kölelik Cariyelik ve Harem, s 208 vd Çok evlilik yerine cariyelerin istifraş edilebilmesi A g e , s 212 vd ; Ubancı, M A Osmanlı'da Modernleşme Sancısı, tere Cemal Aydın, istanbul 1988 s 359-365; köleler konusuna bkz İslâm Tarihi, Hitti, II, 369-371 (Köleler Taba kası); Ahkâm-ı Kur'âniye, s 133, 136; câriye nikahlamak hakkında ahkâm-ı Kur'âniye konusu
Kaynak: Hz Ali, Dört Halife Dönemi, Doç Dr Murat Sarıcık



Bu mesaj 1 kez ve en son Muhtazaf tarafından 27.03.2010 - 08:44 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:18
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Hazreti Hasan!

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
el-Hasan b. AIi b. Ebî Talib el-Hâşımî el-Kuraşî, Hz. Peygamber'in en çok sevdiği torunlarından ve O'nun "Reyhânesi", Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'dan doğan büyük oğlu. Hulefâ-i Raşidîn'in beşincisi kabul edilir. İmamiyye'ye göre ise 12 imamın ikincisidir.

Üçüncü hicrî yılı, Ramazan ayının ortalarında Medine'de doğdu. Şaban ayından; 4. veya 5. hicrî senesinde doğduğuna dair rivâyetler varsa da, en doğru görüş, 3. hicrî senede doğduğuna dair rivayettir (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, II, 10; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarabad 1325, II, 296). Hz. Hasan doğduğunda, Hz. Peygamber bir torununun olduğunu duyunca hemen Hz. Ali'nin evine giderek "oğlumu bana getirin' Adını ne koydunuz?' diye sordu. "Harb" ismini koyduklarını duyunca, bu ismi beğenmedi. Çocuğa isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen "Hasan" ismini koydu. Künye olarak da, "Ebû Muhammed" adını verdi. Arkasından da kulağına ezan okudu (İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec, Sıfatü's-Saffe, Haleb (ty), I, 759; Üsdü'l-Ğâbe, II, 10; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 296). Rasûlullah Hz. Hasan yedi günlük olunca akîka kurbanı kesilmesini ve saçlarının kesilerek, ağırlığınca gümüş tasadduk edilmesini emretti (ez-Zehebî, Siyer A'lami'n-Nübelâ, Beyrut 1406/1986, III, 246).

Hz. Hasan, Hz. Peygamber'in terbiyesinde yetişti. Sahih hadis kitapları dahil bir çok İslâmî literatürde, Hz. Peygamber'in torunu ile ne kadar ilgilendiğini ve onu ne kadar çok sevdiğini ifade eden rivayetler bu gerçeği göstermektedir. Onunla her an ilgilendiğini, hemen hemen yanından hiç ayırmadığını; bilhassa namazlarda bile torununun gelip üzerine çıktığından dolayı, Hz. Peygamber'in sırf onu incitmemek için secdesini uzattığını ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun "reyhanesi" arasındaki sevgiyi anlatmaktadırlar (Ahmed b. Hanbel, III, 493, 494; Nesâî, Talbîk, 82). Hatta Hz. Peygamber rukû'da iken torunu gelir, ayaklarını açar bir yönden girer, öbür taraftan çıkar (el-Haysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, IX, 175; Tehzîbü't-Tenzîb, II, 296) ve Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. Bazen secde ederken üzerine bindiğinde, onu yavaşça sırtından indirirdi. Hatta bir defasında Hz. Peygamber hutbe okurken Hz. Hasan ile kardeşi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kırmızı elbiseleri ile düşe kalka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torunlarım kucağına aldığı ve önüne oturttuğu, daha sonra da " "Allah Teâla" "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihan vesilesidir"aglaet-Teğâbün, 64/15) derken doğru söylemiştir. Şu ikisini bu şekilde görünce sabredemedim" diyerek hutbesine devam ettiği kaynak hadis kitaplarında anlatılmaktadır (Ahmet b. Hanbel, V, 254; Ebu Davud, Salât, 233; Tirmizî, Menâkıb, 31; İbn Mace, Libas, 20; Neseî, Salatu'l-İdeyn, 27; Zehebî, a.g.e., III, 256).

Hz. Peygamber zaman zaman her iki torununu da sırtına alıp namaza geldiğine (Ahmet b. Hanbel, III, 493). Hz. Hasan'ı omzuna alarak dışarda gezdirdiğine dair (Tirmizî, Menâkıb, 31) bir çok hadis şunu gösteriyor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamlı ilgilenmişler, her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Kızı Hz. Fatıma'yı ziyarete gittiklerinde, torunu Hasan uyku arasında su istediği zaman bizzat kendileri kalkıp su getirerek, hem ona, hem de kardeşine içirmeleri (Ahmed b. Hanbel, I, 101; Tayalisî, II,129-130) vb. hareketleri dede şefkati ve merhametinin fiili işaretleridir. Yine Hz. Peygamber'in bu iki torununu çok sevdiği ve "Allah'ım ben bu ikisini seviyorum, sen de sev" diye dua etmeleri (Tirmizî, Menâkıb, 31) bu sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermiştir (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedailit's-Sahabe, 56-60).

Öbür taraftan Hz. Peygamber torunlarını öper (Ahmed b. Hanbel, IV, 93 ; Tabaranî, hadis no: 2658) ve her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendileri olduğunu da söylerdi (Tirmizî, Menâkıti, 31; Ahmed b. Hanbel, III, 3; el-Hatîb el-Bağdadî, Târihu Bağdad, Beyrut (ty), I,140), hatta onları sevenleri Allah'ın sevmesini dilediği duaları da rivayetler arasında yer almıştır (Ahmet b. Hanbel, II, 249, 331; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 297 vd.).

Hz. Hasan fizik olarak dedesi Hz. Peygamber'e çok benzerdi (Tirmizî, Menâkıb, 31). Öyle ki, bir defasında Hz. Ebu Bekr ikindi namazından çıktıktan sonra, Hz. Ali ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan'ı görürler. Hz. Ebu Bekr onu omuzuna alır ve "Nebiye benzeyen, Ali'ye benzemeyen, sana babam feda olsun!" diye bir mısra söyler (Buhârî, Fadâilü'l-Ashâb, 22). Hz. Ali bu hâdise ve sözler karşısında gülümser.

Hz. Hasan, Hz. Peygamber'in âhirete göçtüğü sıralarda sekiz yaşlarında idi. Henüz çok küçük olduğu için, Hz. Peygamber'den doğrudan doğruya rivayet ettiği hadislerin sayısı oldukça azdır. Bunlardan biri Ebu'l Havrâ'nın rivayet ettiği şu hadistir:

"Hz. Hasan'a, Hz. Peygamber'den duyduğun hangi hadisi hatırlıyorsun? diye sordum. O da şunu anlattı: "Şu hadiseyi hatırlıyorum: Zekat hurmalarından bir hurma alıp, ağzıma atmıştım. Hz. Peygamber o hurmayı ağzımdan salya ile çıkardı. Oradakiler "ya Rasûlallah, bu çocuğun ağzına attığı tek bir hurmayı, niçin geri çıkardın?" dediler. O da "biz Âl-i Muhammed'e sadaka (zekat) helâl değildir" buyurdu. Hatırladığım diğer bir hadis de "Seni ilgilendirmeyen şeyleri bırak, ilgilendiren şeylere bak..." hadisidir. Yine Dedem Hz. Peygamber bana şu duayı da öğretmişti: "Ey Allah'ım! beni hidayete erdirdiğin kimselerden eyle, âfiyet verdiğin kişilerden eyle, dost edindiğin kullarının arasına kat! Verdiğin şeyleri benim hakkımda mübarek kıl ve hüküm verdiğin (takdir ettiğin) şeyleri şerrinden de koru. Senin dost edindiğin bir kişi asla zelil olmaz" (Ahmed b. Hanbel, I, 200; Ebu Dâvûd, Salat, 340; Tirmizî, Ebvâbu's-Salât, 341 Neseî, Kıyamü'lleyl, 50; Üsdü'l-Ğâbe, II, I1).

Buna mukabil Hz. Hasan'ın bu hadislerin dışında başta babası Hz. Ali olmak üzere bir çok sahabîden rivayet ettiği hadisleri vardır.

Kendisinden de mü'minlerin Annesi Hz. Aişe, kardeşinin oğlu Ali b. Hüseyin, onun iki oğlu Abdullah ve el-Bakır ile İkrime, İbn Sirin, Cübeyr b. Nefir, Ebû'l Havrâ, Rebia b. Şeybân, Ebû Miclez, Hübeyre b. Berîm, Şeybân b. el-Leyl, Şa'bî, Şakîk b. Seleme, el-Müsebbib b. Nuhbe, İshak b. Beşşâr ve diğer raviler (radiyallahü anhüm) hadis rivayet ettiler (İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Mısır 1358/ 1939, I, 327-330; İbnü'l-Esir Üsdü'l-Ğâbe, II, 10; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 295-296).

Gerek tabakat kitapları, gerekse hadis kitapları, Hz. Hasan'ın çocukluğuna dair yukardaki rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali'nin şehid edilmesiyle onun halife seçilmesine kadar olan hayatı hakkında pek fazla bilgi vermemektedirler. Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teşkilatını kurduğu sırada, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'i babalarının "farizasına" katarak, her birine beş bin dirhem hisse ayırdığına dair haberdir (Zehebî, a.g.e., III, 259). Bir diğer hadise de Hz. Osman'a baş kaldıranlara karşı, halifeyi savunmak için Hz. Osman'ın yanında ona yardım etmek için kalan şahısların arasında Hz. Hasan'ın isminin de yer aldığına dair haberlerdir (Zehebî, a.g.e., III, 260).

Hz. Hasan'ın tarihî bir şahsiyet olarak ortaya çıkması, babası Hz. Ali'nin şehid edilmesini müteâkiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle başlar (h. 40/660).

Hz. Hasan halife seçilirken ilk beyat edenin Kays b. Sa'd olduğu söylenir. Bu kişiyi Hz. Ali Azarbaycan'a gönderilen ve Iraklılardan toplanarak hazırlanan ordunun komutanı olarak atamıştı. Bu zat, sırf Araplardan oluşturulan kırk bin kişilik diğer bir ordunun da komutanıydı. Bu ordu Hz. Ali'yi ölünceye kadar müdafaa etmek üzere and içmişti. İşte babasının da en çok güvendiği komutanlardan olan Kays, beyat esnasında, Hz. Hasan'dan elini uzatmasını isteyerek, Allah (c.c)'nun Kitab'ı, Rasûlü'nün sünneti ve âsîlerle savaşmak üzere beyat edeceğini söyledi. Hz. Hasan bu söze karşı çıktı. Sadece Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti üzere beyat edilebileceğini, bunun içine saydığı ve saymadığı diğer şartların girdiğini söyledi. Kays bunun üzerine bir şey söylemeden beyat etti. Arkasından da diğer Iraklılar beyat ettiler (Taberî, Târihu'r-Rusül ve'l-Mulûk, Dâru'l-Meârif 1963, IV, 158).

Hz. Hâsan beyattan sonra "el-Mescidü'l-Camiye" çıkıp, uzunca bir hutbe okudu. Sonra babasının katili Abdurrahman b. Mülcem'i getirtti. İfadesini aldıktan sonra ölümle cezalandırdı (Ya'kubî, Ahmed b. Ebî Ya'kub, Tarihu Ya'kubî, Beyrut, ty. II, 214).

Iraklılar derhal, babasının öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatırlatarak, Şam'da hüküm süren Muaviye b. Ebî Süfyan ile savaşması için, onu Şam üzerine yürümeye teşvik ettiler. Hz. Hasan da onların sözlerine kanarak bir ordu hazırladı ve savaşmak üzere yola çıktı (Ziriklî, a.g.e., II, 214); Ayrı bir görüş için bkz. İbn Hıbbân, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/ 1987, s. 554). Hz. Hasan bu sıralarda 37 yaşlarında idi. O topladığı on iki bin kişilik ordusuyla Medâin'e kadar geldi. Ordu komutanı olarak kendisine ilk bey'at eden Kays b. Sa'd'ı atadı. Diğer bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas'ı komutan yapıp, Kays'ı da ona yardımcı atayarak, Kays'a komutanın her türlü emrine itaat etmesini emretti (Ya'kubî, II, 214).

Arapların dört "dâhîsi"nden biri olan Hz. Muaviye, Hz. Hasan'ın kendisi ile savaşmak üzere yola çıktığının haberini alınca, o da derhal Şam'dan hareket ederek el-Enbar'ın kazalarından biri olan Mesiken'e gelerek konakladı (Taberî, V,159). Hz. Ali'nin şehid edilmesi üzerinden henüz on sekiz gün geçmişti, iki tarafın ordusu sırf siyasî kaygılarla karşı karşıya geldiler (Ya'kubî, II, 214).

Muaviye derhal durumun kritiğini yaparak, akıbetin lehine olması için çeşitli çarelere baş vurmaya başladı. Elindeki en büyük koz, hasmının tecrübesizliği ve şiddetten hoşlanmayan, fitneden adeta korkan ve müslümanlara karşı derin sevgi besleyen, onlardan birinin bile kanının dökülmesine razı olamayacak kadar yumuşak bir kalbe sahip şahsiyette olmasıdır. Onun için ilk işi, Hz. Hasan'ın, Kays b. Sa'd komutasındaki ordusu arasında bir kargaşa yaratmak oldu (Tehzîbü't-tehzîb, II, 299). Hz. Hasan'ın ordusu içinde bir kaç kişi şöyle bağırmaya başladı: "Haberiniz olsun, Kays b. Sa'd öldürüldü!" Diğer bir kaynağa göre ise, bu münâdîler Kays'ın Muaviye ile sulh yaptığını ve onun tarafına geçtiğini, hatta Hz. Hasan'ın bile Muaviye'ye sulh yapma teklifinde bulunduğunu ve Hz. Muaviye'nin bu teklifi kabul ettiğini söylüyorlardı. Böylece ordu içinde dedi kodu çıkarıyorlardı (Ya'kubî, s. 214-215). Hz. Hasan'ın ordusu içinde kargaşa başladı, büyük bir panik çıktı. Derken bu panik yağmalamaya dönüştü. Askerler her şeyi yağmalamaya başladı. Hatta Hz. Hasan'ın ordugah çadırını, altındaki sergisine varıncaya kadar yağmaladılar. Bu yağmalama her tarafa yayıldı. Sözü edilen bu yağmalamadan sonra da ordu dağılıp gitti (el-İsabe, I. 327-328; Taberî, V.158-159).

Bu kargaşadan istifade etmek isteyen el-Cerrâh b. Sinan el-Esedî isimli şahıs, şehirden geceleyin ayrılmak isteyen Hz. Hasan'a saldırdı. Elindeki hançerle onu baldırından yaraladı. Fakat Hz. Hasan kendini savunup, o katilin hakkından gelmeyi başardı (Ya'kubî, II, 228 ; el-İsâbe, I, 327-328). Bu durumda çaresiz kalan Hz. Hasan Medâin'deki "el-Maksuratü'l-Beydâ"ya dönmek zorunda kaldı. O sırada Medâin'in valisi Sa'd b. Mes'ud idi. Henüz çocuk denilebilecek yaşta olan bu genç valiyi atayan el-Muhtar b. Ebî Ubeyd ona bir teklifte bulundu. Hz. Hasan'ı bağlayıp Hz. Muaviye'ye götürme karşılığında kendisinin çok zengin ve şerefli birisi yapacağını söyledi. Genç vali bu teklifi şiddetle reddederek "Allah'ın laneti üzerine olsun! Ben Allah'ın Rasûlünün kızının oğlunun üzerine atlayacağım ve onu bağlayacağım ha! Sen ne iğrenç herifsin" dedi (Taberî, V, 159-160).

Hz. Hasan içinde bulunduğu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de nefret eden birisi olduğu için, gerek kendi şahsı, gerekse İslâm ümmetinin selameti için hilafeti Hz. Muaviye'ye bırakarak, bu işten feragat etmekten başka bir çare bulamadı. Anlaşma yollarını araştırmaya ve her iki tarafın da razı olacağı çözümler aramaya başladı. Amr b. Seleme el-Erhâbî'yi çağırarak, anlaşma teklifini içeren bir mektupla Muaviye'ye gönderdi (el-İsâbe, I, 327-330). Muaviye aldığı ve beklediği bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan'a elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure'yi gönderdi. Bu iki elçi Medâin'e geldiler ve Hz. Hasan'a, ne isterse hepsinin kendisine verileceğini bildirmekle kalmayıp, kendilerini kefil göstererek, bu anlaşmayı teahhüt edeceklerini de ona söylediler (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî fi Şerhı Sahîhı'l-Buhârî, Mısır,1959, VI. 235, Buharî rivayeti).

Bu sırada Hz. Hüseyn durumdan haberdar oldu ve anlaşma teklifine karşı çıktı. Muaviye'nin haklılığını tasdik, Hz. Ali'nin davasını yalanlamış olacağı gerekçesi ile ağabeysi Hz. Hasan'a, bu anlaşmayı yapmaması gerektiğini söyledi. Hz. Hasan onu susturarak, yönetim işini kendisinin ondan daha iyi bildiğini iddia ederek, anlaşma yapmakta ısrar etti (Taberî, V. 160).

Bu sırada Hz. Hasan'ın hilâfeti Hz. Muaviye'ye bırakacağını anlayan ordu komutanlarından Ubeydullah b. Abbas, Muaviye'ye bir mektup göndererek kendisi için eman istedi. Karşılık olarak elindeki mallarına dokunulmamasını ve can güvenliğini şart koştu. Muaviye bu teklifi kabul etti. Ubeydullah bunun üzerine ordusunu bırakarak karşı tarafa geçti. Hz. Hasan'ın ordusu bu durum karşısında, Kays b. Sa'd'a, Hz. Ali ve taraftarlarının kanlarını ve mallarını korumak ve sonuna kadar Muaviye ile savaşmak üzere beyat yaptılar. Bir görüşe göre, zaten komutan olduğu için, bu beyat'ı yenilemek olarak anlamak da mümkündür (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarîh, Beyrut 1385/1965, III, 408).

Nihayet Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan ile anlaştılar. Anlaşmaya göre, şayet, Muaviye, Hz. Hasan'dan önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak şartı ile, hilafeti Muaviye'ye bırakıyordu. Ayrıca Kûfe hazinesindeki beş milyon dirhem Hz. Hasan'ın olacaktı. Muaviye Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme adetine son verecekti (Tâberî, V, 158-159). Karşı taraf bu teklifleri kabul etti. Anlaşmayı yapan Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan'ın yanından çıktıklarında "Rasûlullah'ın oğlu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı" diyorlardı (Ya'kubî, II, 214-215). O sırada yaraları da ağırlaşan Hz. Hasan kalkıp, Iraklılara uzunca bir hutbe irat etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber vasıtasıyla Yüce Allah'ın insanları hidayete erdirdiğini hatırlattı. Kendisi vasıtasıyla da kan dökülmesini önlediğini söyleyerek, Muaviye ile anlaşma yaptığını haber verdi. Muaviye'ye beyat etmelerini de istedi (Ya'kubî, II, 215). Kendilerini babasını öldürmeleri, kendisine saldırıp malların yağmalamaları sebebiyle terkettiğini de ilan etti (Taberî, V. 158).

Yapılan anlaşma üzerine Hz. Muaviye Medâin'e geldi. Hz. Hasan'ı yanına alarak Kufe'ye girdi. Hz. Hasan kendi eli ile hicrî 41 yılının Rabîu'l-Evvel ayı sonlarında Kufe'yi Muaviye'ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber'in şu hadisi tecellî etmiş oldu:

"Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir şeyittir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü'min grubunu barıştıracak" (Buhârî, Fiten,, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12...). Hz. Hasan, Muaviye'nin huzuruna çıktığında, Muaviye ona "seni senden önce hiç kimseyi mükafatlandırmadığım ve senden sonra da kimseyi mükafatlandırmayacağım bir mükafatla mükafatlandıracağım" dedi ve ona 400.000 (dirhem) verdi (el-İsâbe, I, 327-328). Ayrıca her sene bir milyon dirhem maaş bağladı. Ama bunların çoğunu sonradan kısıtladı ve ona çok az bir şey verdi.

Hz. Hasan ile Hz. Muaviye arasındaki bu anlaşmaya şahit olan İmam Şa'bi hadiseyi şöyle anlatır: "Muaviye dedi ki, Kalk da, hilafeti bana bıraktığını ve teslim ettiğini insanlara haber ver". Hasan kalktı ve Allah'a hamd ve senâ'dan sonra söyledi: Akıllıların en akıllısı, muttaki olandır; ahmakların en ahmağı da fâcir olandır. Muaviye ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha layık birisinin hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilafeti ona bıraktım". Arkasından "bilmem belki de o, sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak (metâ) içindir" (el-Enbiya, 21 / I 11) âyetini okuyarak hutbesini bitirdi (Hılye, 11, 37).

Hz. Hasan'ın hilâfette ne kadar kaldığı kaynaklarda farklı farklı olmakla birlikte, 6 ay 5 gün olduğu konusundaki görüş en kuvvetlisidir (Ziriklî, II, 214-215).

Bu devir-teslim töreninden sonra ordusunun komutanı Kays b. Sa'd'a bir mektup göndererek Muâviye'nin emrine girmesini istedi. Kays da bu konuda ordusu ile istişare yaptı. Onlara dalâlet içindeki bir imama mı itaat etmek istediklerini; yoksa imamsız savaşmak mı istediklerini sordu. Onlardan dalâlet içinde de olsa imama itaati tercih ettiklerine dair cevabı alınca, o da Muaviye'ye beyat edip emrine girdi (Taberî, V,160). Ya'kubi'ye göre Muaviye anlaşmadan önce, Kays b. Sa'd'a bir milyon dirhem ile bazı mallar göndererek, davasından vaz geçip, kendisine katılmasını istedi. Sa'd ona cevaben "benim dinimle ilgili bir konuda beni aldatmaya çalışıyorsun (satın almaya çalışıyorsun)" diyerek bu tuzağa düşmedi (Ya'kubî, II, 215). Diğer bir kaynağa göre ise, Hz. Hasan Muaviye ile anlaşınca, Muaviye Kays'a bir mektup yazarak, itaat etmeye çağırdı. Mektupla birlikte imzalı ve mühürlü boş bir kağıt daha göndererek, üzerine dilediğini yazabileceğini, yazdığı her şeyin kendisinin olacağını bildirdi. Kays çaresizlik içinde, sadece can ve mal güvenliği karşılığında Muaviye'nin emri altına girdi (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 408. Diğer bir görüş için bkz. Taberî, V, 158-159).

Hz. Hasan hilâfeti Muaviye'ye bıraktıktan sonra, geri kalan on yıllık ömrünü Medine'de geçirmek üzere yola çıktı. Kufeliler onun şehirden ayrılışı sırasında ağlaşıyorlardı. Fakat o kendilerine hiç güvenilemeyeceğini söylemekten çekinmedi. Babası Hz. Ali'ye de yaptıklarını kendilerine hatırlatarak, akıbetlerinin hiç iç açıcı olmadığını belirterek hallerine acıdığını söyledi.

Yolda birisi kendisine "Ey müslümanların yüz karası!" diye hakarette bulundu. Hz. Hasan Hz. Peygamber'den naklettiği bir hadisle Ümeyye oğullarının bu makama gelmesinin mukadder olduğunu hatırlatmaya çalıştı (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 407). Bir başkası "Ey mü'minlerin emirinin utancı" diye bağırınca, ona da "âr, ateşten daha hayırlıdır" dedi (el-İsâbe, I, 327-330).

Medine'de on yıl yaşayan Hz. Hasan (Zehebî, a.g.e, III, 264) vefatı yaklaşınca Hz. Aişe'ye haber göndererek, Hz. Peygamber'in yanına defnedilmek istediğini söyledi. Hz. Aişe de bu isteği kabul etti. Bunun üzerine kardeşine şöyle vasıyyet etti. "Ben ölünce Hz. Aişe'den, Hz. Peygamber'in yanına gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almıştım. Bana karşı çıkmadı. Belki de benden utandı. Şayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de Ümeyyoğullarının seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa, onlarla uğraşma beni Bakî mezarlığına defnet"

Hz. Hasan kırk gün hasta yattı. 5 Rabîu'l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti (Sıfatü's-Safve, I, 762). (Bazıları bu tarihin hicrî 49, 50, 51, hatta, 54. yılı olduğunu söylemişlerdir. (el-İsâbe, I, 330). Ölüm sebebi olarak zehirlendiği söylenir. Zehirleyenin de kendi hanımı Ca'de binti el-Eş'as b. Kays olduğu rivayet edilir. Hasta yatarken kardeşi kendisine kimin zehirlediğini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçındı. Hatta bu zehirlenmeden önce üç defa daha aynı girişimde bulunulduğunu, fakat onları atlatmayı başardığını söyler. Bu son içtiği zehirin başka olduğunu ve herhalde öleceğini ona açıklar (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II, 15).

Vefat edince Hz. Hüseyin, Hz. Aişe'ye müracaat ederek, durumu anlattı. Hz. Aişe de Hz. Hasan'ın vasiyyetine "memnuniyetle kabul ederim, baş üstüne" dedi. (Ya'kubiye göre Hz. Aişe bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştır (Ya'kubî, II. 225). Fakat bu iddiayı Ya'kubî'den başkası öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve Ümeyyeoğularının haberi olunca "vallahi, asla ve ebedî olarak Hz. Peygamber'in yanına gömülemez" dediler. Bu keyfiyet Hz. Hüseyin'e ulaştı. Hemen kendisi ve beraberindekiler silahlandılar. Hz. Ebu Hüreyre durumun vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan'ı buraya defnetmeyi engellemenin mutlak surette zulüm olacağını söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin'e laf anlatırım düşüncesiyle ona geldi. Onu bu ısrarından vaz geçirmeye çalıştı. Kardeşinin vasiyetini hatırlatarak onun "şayet herhangi bir fitneden çekinirsen beni müslümanların mezarlığına defnet" dediğini hatırlattı. Hz. Hüseyin de fitneden çekinerek, kardeşini bir çok sahabînin defnedildiği el-Bakî' mezarlığına defnetti.

Hz. Hasan'ın cenazesine Ümeyyeoğullarından, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass'dan başka hiç kimse katılmadı. Hz. Hüseyin, cenaze namazını kıldırmayı valiye teklif etti. Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazım kıldırdı. Cenazesine çok sayıda kişi katıldı, hatta "iğne atsan yere düşmeyecek" kadar kalabalık vardı (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II. 15). Hz. Hasan vefat ettiğinde 47 yaşında idi (Tehzîbü't- Tehzîb, II, 301).

Hz. Hasan cömert ve kerîmdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamber'e çok benzerdi. Çok takva sahibi idi. Medine'den Mekke'ye yürüyerek 15 defa hac yaptığı meşhurdur.

Hayır yapmayı çok severdi. Öyle ki, mallarının tamamını iki defa fakirlere dağıttı; üç defa da Allah (c.c) ile "kasame" yaptı. Yani iki ayakkabısı varsa, birini tasadduk edip, birini kendisine bırakarak; herhangi bir yiyeceğinin bir avucunu dağıtıp, bir avucunu kendine ayıracak kadar adil davranarak, mallarını fakirlere dağıttığı kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve başkalarına ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardır. Meselâ ona "mekârim-i ahlâk"ın ne olduğu sorulunca, o bunu şöyle özetler: Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlâk, sılaı rahim, komşu hakkında utanmak, arkadaş hakkına riayet, misafire ikram, ve nihayet bunların da başında haya'dır (Hılye, II, 37-38; Üsdü'l-Ğâbe, II. 13; Ya'kubî, II. 225 vd).

Hz. Hasan çok evlenip, boşanmasıyla de üne sahiptir. Hatta bir ara babası Hz. Ali, bu yüzden, onun evlendiği kadınların kabilelerinin kendi ailesine karşı düşman olacaklarından korkarak, Kufelilere açıkça oğluna kız vermemelerini söylemiş, oradan kalkan bir adam da, yemin ederek, onu evlendirmeye devam edeceklerini bildirmiş ve arkasından şöyle demiştir:

"Biz evlendiririz, o istediğini tutar, istediğini boşar" (Zehebî, a.g.e., III, 267).

Onun sekiz veya on iki oğlu vardı: 1- Hasen b Hasen (annesi Havli binti Manzûr el-Fezâriyye), 2- Zeyd (annesi Ümmü Beşîr binti Ebî Mes'ud el-Ensarî el-Hazrecî), 3- Ömer, 4- Kasım, 5- Ebu Bekr, 6- Abdurrahman (bunların da anneleri ümmü veled olup, hepsinin anneleri ayrıdır): 7-Talha, 8- Ubeydullah. (Ya'kubî, II, 228). Bir tane de kızı olduğuna dair rivayetler vardır (Zirikli, II, 215).

Hz. Peygamber'in soyu torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in çocukları vasıtasıyle devam etmiştir. Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere halk arasında "seyyid" Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere de "şerîf" veya "emir" adı verilir.



Bu mesaj 1 kez ve en son Muhtazaf tarafından 27.03.2010 - 08:24 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:23
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Hz. HÜSEYİN (r.a.)



Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hz. Fatıma (r.anha)'dan torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın ikinci oğlu. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde dünyaya geldi.

Hz. Hüseyin'in ismini Peygamber Efendimiz koydu. Hz. Hüseyin doğduğu zaman, Cebrail (a.s) gelip "Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun'un oğlunun ismini koy diyor" dedi.

Peygamber Efendimiz "Ey Cebrail: Harun'un oğlunun ismi nedir?" diye sordu.

Cebrail (a.s) "Şebir" dedi.

Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.

Cebrail (a.s) "Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi (Diyar bekrî, el-Hamîs, 1,471).

Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber (s.a.s)'e çok benziyordu. Hz. Ali (r.a) "Hasan, Rasûlüllah'a göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi" (Ahmed b. Hanbel Müsned, 1, 108) demişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a)'a son derece düşkün olup onları çok severdi. Onların hakkında,

"Allah'ım: Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları" (Tirmîzî Sünen V, 661).

"Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kolladığım iki reyhanimdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288);

"Hasan ve Hüseyin'i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288);

Peygamber Efendimiz (s.a.s) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Hz. Hüseyin, Rasûlüllah (s.a.s)'dan deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Arkasından da "Bundan güzel deve olabilir mi?" buyururlardı.

Peygamber Efendimiz, bir gün, cenazelerin konulduğu yerde oturuyordu. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, güreşmeye başladılar. Peygamber Efendimiz gülerek "Ha gayret Hasan; Göreyim seni, yakala Hüseyin'i!" diyerek Hz. Hasan'ı kayırınca, Hz. Ali: "Yâ Rasûlüllah: Sen Hüseyin'i kayırmalı değil miydin? Hasan daha büyüktür" dedi. Peygamberimiz "Baksana Cebrail'de, Hüseyin'e: (Ha gayret Hüseyin göreyim seni) diyor." buyurdu (Zehebî, Siyer Alâmü'n-Nübelâ, 111, s. 190-191).

Hz. Peygamber (s.a.s) torunlarından olan Hz. Hüseyin'in çocukluk yılları Peygamberimizin otağından geçmiştir. Rasûlüllah'ın eğitiminden yetişip imanı yudumlaya yudumlaya büyüyen Hz. Hüseyin'in sonu da şehadet ikliminde gerçekleşmiştir. İnsanın hayatında Allah ve Rasûlü'nün hükmünden başka hiç bir hükmün geçerli olamayacağını derinden kavramış olan Hz. Hüseyin, bu gerçeğe gölge düşürenlere zerre kadar meyletmemiş; bilakis destansı bir tavırla onların önlerine dikilmiştir.

Muâviye, hicretin altmışıncı yılında Recep ayının ortalarında Şam'da vefat etti. Muâviye'nin vefatından sonra Şamlılar Muâviye b. Ebi Sûfyan'ın oğlu Yezid'e bey'at ettiler.

Yezid'in iktidara geçmesi saltanat seklinde gerçekleşti. Yezid, kendisinin bu şekilde idareyi ele alışına başta Hz. Hüseyin olmak üzere pek çok Sahabe'nin rıza göstermeyeceğini, hatta şiddetli tepkilerle karşılayacağını biliyordu. İktidarı elden kaçırmamak için çok süratli davranıyordu. Hemen Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan'a bir mektup gönderdi.

Mektubunda şöyle yazıyordu: "Mektubum sana geldiği zaman, Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr'i buldur, onların bana bey'atlarını al! Eğer, bey'attan kaçınırlarsa, boyunlarını vur, başlarını bana gönder: Halkın da bey'atlarını al, Bey'attan kaçınanlar hakkında, Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir, Vesselam "

Yezidin; Medine valisine yazmış olduğu mektubunda Hz. Hüseyin'den ve ileri gelen sahabilerden bey'atlarını almasını, bu konuda gevşek davranmamasını istediği de kaynaklarda kaydedilir .

Yezid'in iktidarı ele almasından sonra Kûfeliler Hz. Hüseyin (r.a)'e mektuplar göndererek, onu dâvet edip, yanlarına geldiği takdirde kendisini Emirü'l-mü'minin ilan edeceklerini üst üste yazdıkları mektuplarda belirtmişlerdi. Ayrıca şu anda emirleri olmadığından cuma namazına çıkmadıklarını bildirmişlerdi.

Hz. Hüseyin, Medine'den Mekke'ye gidip buradan Küfelilerle haberleşmeye başlamıştı. Kûfelilerin durumunu kesin olarak anlamak için de amcasının oğlu Müslim b. Akil'i Kûfe'ye göndermişti. Müslim Kûfe'de durumun iyi olduğunu, insanların bey'at için hazır bulunduklarını bildiren bir mektup gönderdi. Hz. Hüseyin bu haberden sonra kesin karar verip Kûfe'ye gitme hazırlıklarına başladı.

Hz. Hüseyin Kûfe yolculuğuna hazırlanırken, Abdullah İbn Abbâs, bu yolculuktan vazgeçmesini ısrarla istemişti. Aynı şekilde Abdullah ibn Ömer ve tabiunun ileri gelen âlimlerinden İmam Şa'bî de Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmemesini istemişler, özellikle Iraklılara güvenilmeyeceğini vurgulamışlardı. Ama Hz. Hüseyin Kûfe'ye gitme konusunda kesin kararlıydı .

Yezid, Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye doğru yol aldığını haber alınca, Kûfe valisini değiştirmiş, Basra valisi olan Ubeydullah ibn Ziyad'a ek bir görev olarak, Kûfe valiliğini de vermişti.

Ubeydullah b. Ziyad, Kûfe valiliğini de üstlenince ilk iş olarak Müslim b. Akil'i çok feci bir şekilde şehid etti.

Yezid, Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyad'a Hz. Hüseyin hakkında şu emri veriyordu:

"Şimdi sen, benim istediğim gibi olmakta devam ediyorsun. Yaptığını akıllı ve beceriklilere yaraşır bir biçimde yaptın. Sebatlı, azimli bir kahraman saldırışıyla saldırdın. Başkalarına ihtiyaç bırakmayıp bu işin üstünden geldin. Bana erişen habere göre: Hüseyin b. Ali, Mekke'den ayrılmış, senin tarafına doğru gelmekte imiş. O'na hemen casusları kavuştur. Yollara gözcüler dik. Olanca duruşla bunun üzerinde dur. Seninle çarpışmadıkça sakın kimse ile çarpışma. Her gün, olan bitenlerin haberini bana yaz."

Hz. Hüseyin'in Kûfe yolculuğu sürerken, gelen haberler hiç de iyi değildi. Müslim b. Akil'in şehid edildiği haberi bile kendisine ulaştığında artık geri dönmek mümkün değildi. Yol esnasında pek çok kişi Kûfe'ye gitmemesini, mutlaka geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Hz. Hüseyin büyük bir kararlılıkla Kûfe'ye doğru yol almaya devam ediyordu. Bu arada kendisi için tuzaklar kuruldu. Gelişen olumsuz olaylar nedeniyle, Hz. Hüseyin beraberindekilere "dileyen dönebilir, ben sizi yanımda zorla götürmek istemem" demişti. Ama hiç bir kimse ondan ayrılmadı (Zehebî- A'lâmü'n-Nübelâ, 111, 201-202).

Hz. Hüseyin, Hurr b. Yezid et-Temimî'nin kumandası altındaki bin kişilik Kûfe süvârî birliği ile karşılaştı. Hurr b. Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'ın emrine uygun olarak hareket ediyordu. Hurr, Ubeydullah'ın emri gereğince Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'ya doğru sürükledi.

Ubeydullah b. Ziyad olayın ciddiyetini fevkalade kavramıştı. O sırada Merv valiliğine tayin edilmiş bulunan Ömer b. Sa'd Kûfe'de hazırlıklarını yapıyordu. Ancak Ubeydullah; Ömer b. Sa'd'ı Hz. Hüseyin'e karşı kullanmak istedi ve hemen ona emir vererek ordusuyla beraber Kerbelâ'ya gelmesini istedi. Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in karşısına çıkmak istemiyordu. Bu durumu anlayan İbn Ziyad: "eğer, onunla çarpışmaya gitmeyecek olursan, seni Merv valiliğinden azleder, evini yıkar, boynunu vururum" (Zehebî aynı yer) diyordu.

Durum giderek vahimleşiyordu. Hz. Hüseyin bu durumun önüne geçmek ve kanların akıtılmasına meydan vermemek amacıyla Ömer b. Sa'd'a şu teklifleri yapmıştı: "Ey Ömer! Şu üç teklifimden birini kabul ediniz;

Bırakınız da ben, cihad etmek üzere, hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid'in yanına varıp kendisiyle görüşeyim. Yahut dönüp Medine'ye gideyim" (Zehebî, A'lâmü'n-Nübela, 111, 208-209). Ama İbn Ziyâd bu teklifleri asla kabul etmiyor ve Hz. Hüseyin'i artık bırakmak istemiyordu.

Ömer b. Sa'd ise Hz. Hüseyin'e karşı her hangi bir saldırıda bulunmuyor ve günler böyle geçip gidiyordu. Ubeydullah b. Ziyâd, son emrini verdi. Ömer b. Sa'd'a yazdığı son emrinde şöyle diyordu:

"Ben seni, Hüseyin'le günler geçiresin, onun selâmet ve bekâsını dileyesin ve benim katımda onun şefâatçısı, kayırıcısı olasın diye göndermedim. Ona ve adamlarına hemen teklif et; hükmüme boyun eğsinler. Eğer, sana teslim olurlarsa, onu ve etrafındakileri bana gönder. Şayet kabule yanaşmazlarsa üzerlerine yürü. Çünkü, o asi ve şakidir."

Bu emirden sonra Hz. Hüseyin'e saldırılar başladı. Hz. Hüseyin'in yanındaki bir avuç mücahid ve Ehl-i beytten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir direnç gösteriyor ve bir bir şehadet şerbetini içiyorlardı. En son Hz. Hüseyin kahramanca savaştı ve almış olduğu otuzüç mızrak ve otuzdört kılıç yarasıyla bedeni toprağa yığılırken, ruhu şehidlerin ruhlarına karışıyordu.

Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in akrabalarından yetmişiki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i beyt, tümden imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksensekiz kişi ölmüştü.

Hz. Hüseyin, Hicrî altmışbirinci yılın on Muharreminde şehid olmuştu. Şehid düştüğünde elliyedi yaşında idi.

Hz. Hüseyin'in şehadeti Ömer b. Sa'd'ı ve Yezid'i derin bir şekilde etkilemiş ve üzülmelerine yol açmıştı. Ancak bu üzülmelerin ne anlamı olabilirdi. Hz. Hüseyin'in şehadetine yol, açan öncelikle Yezid olmuştu.

Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in torununu ve büyük İslâm kahramanını canevinden vuranlara müslümanların iyi nazarla bakması ise asla mümkün değildir .

Merhum Mevdûdî Kerbelâ olayını ele aldığı "Hz. Hüseyin'in Şehadeti Üzerine" adlı yazısında İslâmî yönetimin temel ilkeleri açısından Hz. Hüseyin'in karşı çıktığı, reddettiği yönetimin durumunu şöyle belirler: "Yezid'in, babası Muâviye'ye halef tayin edilmesi, kişilerden Allah'ın hakimiyetine dille inanmalarının istendiği monarşi türünün başlangıcının işaretidir. Uygulamada bütün önceki monarklar gibi müslüman yöneticiler de hâkimiyetin tek kaynağı imişcesine davranmışlardır, yani hakimiyet monarkın ve kanunî haleflerinindir. Monarkın hayat, mülkiyet, şeref ve tebaanın her şeyinin tartışmasız sahibi olduğu sanılmıştır. İslâm devletinin en önemli amacı Allah'ın sevmediği kötülükleri önlemek ve yok etmek olduğu gibi, râzı olduğu iyilik ve faziletleri de yerleştirmek ve emretmek iken; otokratik yönetimlerin amacı arazi gasbetmek, mal-mülk sahibi olmak, haraç-vergi toplamak ve hayvanî arzuları doyurmaktan öte geçmiyordu. Bu dönemde müslüman yöneticiler ve hükümet Sezar'ın ihtişam ve debdebesini adaletin yerine ise zulmü ve otoriteyi benimsediler. Lüks ve israf aldı yürüdü. Yöneticiler meşrû olanla gayri meşrû olanı birbirinden ayırmadılar. Politika artık ahlâktan yoksun hale gelmişti. Memurlar halkın içinde Allah korkusunu yerleştirmek yerine, onları kontrol altında tuttular, bilinçlerini artırma yerine, tahrik ve rüşvetle onları kazanmaya çalıştılar. Yezid'in kendisine halef olarak atanmasıyla İslâmî yönetim sistemi temellerinden sarsılmış ve yerini babadan oğulla geçen bir monarşizme bırakmıştı. O andan itibaren halifenin seçimini belirleyen ilke askıya alınıp zeki ve zengin olanlar ümmetin serbest oylarıyla seçilme yerine, yönetimi birer birer ele geçirmişlerdir. Krallığın egemen olmasıyla birlikte şûrâ sistemi de köklü bir değişime uğradı. Monarşik yönetim kişisel ve despotik yöntemlere dayanıyordu. Artık şûrâ heyetinin üyeleri, prensler, dalkavuklar, saraylılar, eyalet valileri ve askerî komutanlar olmuştu. Kralların egemen olmasıyla birlikte vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşabiliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu. Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya özgürlüğünü yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarını istemek cesareti yoktu. Hilâfet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kıralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve meşru olsun olmasın rasgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu malını rasgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebileceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.

Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlâken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı" (Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985).

Emevilerle birlikte bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in biat ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması elbette ki düşünülebilecek bir şey değildir. "Hüseyin'in bu arzu edilmez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni işte budur. O, en kötü sonuçları bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye karar verdi. Bu yiğitçe karşı duruşun sonuçlarını herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir mü'minin bu serveti korumak için hayatını feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir"

Böylesine önemli zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler olabilir. "Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçları önemsemez. Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir. Zulüm, sayı ve kaynak bakımından, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur gider. Böyle durumlarda şartları göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir"

Hz. Hüseyin, hiç bir hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini simgeler. Bir konuşmasında, "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti; tümüyle faziletten yoksun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile getirir: "Hüseyin Allah'ın iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek hayatını ortaya koydu. Bu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve Hak yolundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir."

Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:31
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
HZ. İMAM MUHAMMED’ÜL BAKIR’IN HAYATI
Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, Hicret’in 57. yılında, Safer ayının 3. günü Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Zeynel Âbidin Ali’dir, anneleri Hz.İmâm Hasan’ın kızları Fâtıma’dır. Böylece hem baba, hem ana tarafından soyları Hz.Ali’ye ulaşmaktadır. Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın künyeleri “Ebû Cafer”dir. Lâkapları “Bâkır”dır. Bâkır; “Yaran, açan” anlamlarına gelmektedir. İlmi, hikmeti yarıp açtıkları, bilgi de kendilerine bir engel, bir sınır tasavvur edilemediği, ilmi tamamıyla kavradıkları cihetle bu lâkapla anılmışlardır. Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın 4 erkek, 3 kız olmak üzere 7 evlâtları olmuştur. Soyları, Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’tan yürümüştür. Babası Hz.İmâm Zeynel Âbidin’in Hak’ka kavuşmasından sonra imâmeti devr alan Hz.İmâm Muhammed Bâkır, babasının yolundan hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ayrılmamıştır. Hz.İmâm kendisine başvuran ihtiyaç sahiplerini her zaman dikkatle dinlerdi ve onları hoşnut edebilmek için elinden gelen gayreti sarfederdi. Onlar da Hz.İmâm Muhammed Bâkır’dan râzı olurlardı. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, gayet doğru sözlü, halûk, iyilik sever bir zattı. Onunla bir defa konuşan hemen tesirinde kalırdı. Aynı zamanda ihsân bakımından, dünyanın eli en açık kimsesiydi. Vaktini ya ibâdetle, ya ilim tahsil etmekle, ya bildiği şeyleri başkalarına öğretmekle, ya kendisine başvuranlara doğru yolu göstermekle, ya da muhtaçlara ihsânda bulunmakla geçirirlerdi. Hayatı da hep bu çalışmalar içinde geçmiştir.
Zamanında yaşamış olduğu bütün âlimler, Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın ilim bakımından yüksekliğini kabul etmekte ittifak etmişlerdir.
Bir seferinde Kur’ân-ı Kerîm’de geçen; «Bilmiyorsanız, bilmediklerinizi zikir ehline sorunuz» şeklindeki âyetin manâsı kendisine sorulmuş, Hz.İmâm da şu cevâbı vermiştir: “Zikîr ehl-i biziz.” Bu söze yanındaki âlimlerden hiçbiri itiraz etmemiştir. En tanınmış din âlimleri, zaman zaman halledemedikleri meselelerle karşılaştıkları zaman, mutlaka gelir, Hz.İmâm Muhammed Bâkır’a başvururlardı. Hz.İmâm da hiçbirini yanından tatmin edilmemiş olarak göndermezdi. Hepsinin de takıldıkları noktaları aydınlatmanın yolunu bulurdu ve onları kelimenin tam manâsıyla tatmin ederdi.
Hz.İmâm Muhammed Bâkır son derece güzel konuşurdu. Hemen hemen her sözünde derin hikmetler mevcuttu. Hz.İmâm’ı dinleyen, huzûrundan ayrıldıktan sonra da uzun müddet kendisini bu sözlerin tesirinden kurtaramazdı.
Mekkeli bilgin Abdullah bin Atâ;
“Bilginlerin, Muhammed Bâkır’ın huzûrunda küçüldükleri gibi, hiçbir kimsenin huzûrunda küçüldüklerini görmedim Hatem bin Uteybe’nin, toplumu içinde o kadar büyük, kadri o kadar yüceyken, onun huzûrunda, mualliminin huzûrundaki küçük çocuğa döndüğünü gördüm” demiştir.
Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın ilmi, sadece din işlerine inhisar etmiş değildi. Hz.İmâm, ilmin, bilginin her cephesiyle meşgul olurdu. Kendisine hangi konudan bir şey sorulacak olursa, cevâbını mutlaka doğru olarak verirdi.
Hz.İmâm Muhammed Bâkır, kendisinden yardım isteyen her fakire mutlaka yardımda bulunurdu. Açları doyurur, çıplakları giydirirdi. Kendisini ziyaret eden dost ve ahbaplarının bu ziyaretlerini, mutlaka iade ederdi. Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın meclisleri, bir çeşit ilim meclisleri olurdu. Burada bulunmak ve kendisinden feyiz almak, her kula nasip olmaz saadetlerdendi. Irak’ta olsun, Hicaz’da olsun, başka yerlerde olsun, yetişen din bilginlerinin çoğu kendisinden feyiz almışlardır.
Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, babalarının kurduğu gerçek ve ilâhi medreseyi devam ettirmişlerdir. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, kendisi senet göstermeden, yani rivâyet edicisinin adını zikretmeden bir hadîs-i şerifi okuduğu zaman, bunun sahih bir hadîs olduğundan kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü şöyle söylerdi; “Ben bir hadîs okudum, rivâyet edenini anmadım mı bilin ki onu mutlaka babamdan duymuşumdur. Babam da babasından, babası da ceddim Resûlullah’tan duymuştur.”
Bu şekilde rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden bir tanesi şudur:
“İşlerin zoru üçtür; Kardeşlerle mal hususunda iyi geçinmek, menfaat söz konusu olunca insanlara karşı insafla muamelede bulunmak, her durumda Allah’ı anmak.”
Tasavvuf inancını benimseyen ve kendini ibâdete vermiş olan Muhammed bin Münkedir; “Muhammed bin Ali’yi görünceye dek Ali bin Hüseyin’in, fazîlet yönünden kendi gibi bir halef bıraktığını ummazdım; ben ona öğüt vermek isterken o bana öğüt verdi” der ve şu olayı anlatır:
“Hararetim bastığı bir saatte Medine dolaylarında gezerken, Muhammed bin Ali’ye rastladım. Pek yorulmuştu, yanındaki iki kişiye dayanarak yürüyebiliyordu; adam akıllıda terlemişti. Ona, «Hâşimi ulularından olan senin gibi bir kişinin, bu saatte dünya için bu derece yorulmasını, hiç de doğru bulmuyorum» dedim. Hz.İmâm bu söz üzerine dayandığı kişileri itti, doğruldu da bana dedi ki:
«Vallâhi bu halde ölüm gelip çatsa, beni Allah’a edilen ibâdetlerden biriyle meşgul olarak bulur; çünkü bu halimle ben, kendimi senden de, bütün halktan da çekmişim, ehlimin-ayâlimin rızkı için çalışmaktayım; Ben, Allah’a karşı irtikâb edilen bir suçu işlerken, ölümün gelip çatmasından korkarım» Bu sözü duyunca; «Allah sana rahmet etsin» dedim; «Sana öğüt vermeyi isterken, sen bana öğüt verdin.»”
Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın zamanları, Ümeyye oğullarından Mervan oğlu Abdülmelik ile oğulları Velid ve Süleyman’ın, Abdülaziz oğlu Ömer’in ve yine Abdülmelik’in oğullarından Yezîd’le, Hişâm’ın saltanatlarına rastlar. Abdülmelik öyle bir kişiydi ki, kendisine saltanat müjdelendiği zaman, okumakta olduğu Kur’ân’ı Kerîm’i;“Bu seninle son görüşmemiz” deyip elinden bırakmıştı. Abdülmelik saltanata oturunca, amcasının oğlunu saltanatta kendisine rakip gördüğü için sarayına konuk çağırmış ve onu kendi eliyle öldürmüş sonra da Şam mescidinde minbere çıkıp; “Bundan böyle, kim benim yaptığım işe dâir bir soru sorar veya îtirâz ederse cevâbını ancak kılıçla alır” demişti.
Şimdi bu devirde bir de Şam’da olup bitenlere bakalım. Muâviye’nin kurduğu saltanat ne âlemde idi? Onun halefleri ne ile meşgul idiler? Ne yapıyorlardı?
Bütün bunları bilmek, akıl ve izân sahipleri için pek güzel bir mukayese imkânı hazırlar. Biz Hz.Ali’nin torunlarının nasıl yaşadıklarını birer birer anlatırken, Şam’da yaşanılan olayları anlatmamak ve unutmak insafsızlık olurdu.
Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın imâmlık makamına oturduğu zamanda, Şam saraylarında fesat ve ahlâksızlık son haddini bulmuştu. Hz.İmâm Muhammed Bâkır çekilmiş olduğu ilim ve fâzilet dolu köşesinden bu manzarayı hayret ve hatta dehşet içinde seyrediyordu. Muâviye’nin soyundan, Mervan’ın soyuna geçen bu sahte Emîr’ül-mü’minlik, halka zorla kabul ettirilmek isteniyordu. Bunlar; Şam saraylarında hükümdarlar gibi yaşıyorlardı ve her çeşit sefâhat hayatının içine adetâ gömülmüşler, boğulmuşlardı.
Bunlar; emirlerini ancak kılıç kuvveti ile gördürebildikleri için sadece buna tapıyorlar, bütün varlıkları ile sadece bunu benimsiyorlardı. Bunlarda; fâzilet, doğruluk, adâlet gibi kelimeler çoktan unutulmuş, iş düpedüz bir rezâlet, ahlâksızlık ve zulme dökülmüştü. Şam saraylarında, Ümeyye oğulları rezâlet ve sefâhat içinde hayat sürerlerken, Hz.Ali’nin torunları ise Medine’de büyük bir fâzilet içinde hayatlarını devam ettiriyorlardı.
Bu halîfelerin içinde yalnız Mervan oğlu Abdülaziz’in oğlu Ömer, bir istisna teşkil ediyordu. Bu zât Hicret’in 99. yılında saltanata gelir gelmez ilk iş olarak; Muâviye’nin koyduğu pis ve kötü bid’atı, Cuma günleri hutbelerde Hz.Ali’ye hâşâ, zem edilmesini kaldırdı ve yerine; Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyetin okunmasını emretti:
“Gerçekten de Allah adâlet ve ihsânla muameleyi buyurur ve yakınları görüp gözetmeyi emreder; kötü olan, yapılmaması buyrulan şeylerden ve azgınlıktan isyândan nehyeyler; düşünüp anlamanız içinde size öğüt verir.” (Nahl 90. âyet)
Abdülaziz’in oğlu Ömer, daha sonra Hz.Muhammed’in Hak’ka kavuşmalarından sonra Hz.Fâtıma’nın elinden alınan Fedek hurmalığını, Hz.Fâtıma’nın soyuna geri verdi. Sonra Ümeyye oğullarının gasbettikleri şeyleri tekrar onlardan aldı, Beyt’ül-mâl’e (Devlet Hazinesi) iâde etti ve hak sahiplerine de devlet hazinesinden verilen payda, eşitliğe riâyeti şart koştu.
Ümeyye oğulları, Abdülaziz oğlu Ömer’in yapmış olduğu bu hareketlerini hoş görmediler ve onu zehirlettiler. Abdülaziz oğlu Ömer, bu zehirlenme sonucunda Hicret’in 101. yılında vefât etmiştir.
Arap milliyetçiliği, Arap olmayan Müslümanların aşağı görülmesi, gayr-i Arap olanları büsbütün incitmedeydi. Halifelerin sorumsuzluğu, yahût adâlet sâhibi olsun, olmasın, onlara itâatin lüzumu hakkındaki rivâyetler, artık söyleyenlerin dillerinde ve yazılmış sahifelerde kalıyordu.
Hz.İmâm Hüseyin’in, mazlûm olarak din, îman adına, ümmetin selâmeti ve İslâm’ın, insanlığın özgürlüğü uğruna şehâdeti unutulmuyor, yer yer ayaklanmalarla, intikam almaya kalkışmalarla yeniden yeniye canlanıyordu.
Hicret’in 120.yılında, Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın tasvib etmemesine rağmen, Hz.İmâm Zeynel Âbidin’in oğlu Zeyd, zamanın yönetimine karşı ayaklanmış; fakat onu şehit etmişlerdir. Hicret’in 125.yılında da Zeyd’in oğlu Yahyâ ayaklanmış; fakat o da şehit edilmiştir.
Bütün bu olaylar halka bir ibret olmuyordu. Kerbelâ fâciasını, Resûlullah’ın oğlunun şehâdetini, “Ehl-i Beyt’in” esaretini, Muhammed evlâdına revâ görülen zulümleri unutmayanlar için bir hatırlatma oluyordu. Kendilerine, Resûlullah’ın halîfesi ve mü’minler emîri lâkaplarını takanların sefâhatları, zulümleri, bu hatırlatmayı, en azından hoşnutsuzluk hâline getiriyordu. Ümeyye oğullarının kendi aralarında da hoşnutsuzluklar, hattâ ayaklanmalar başlamıştı; zulüm temelinin üstüne kurulan bu saltanat, artık çöküyordu.
Hz.İmâm Muhammed Bâkır, Ümeyye oğulları saltanatının son zamanlarında yaşamışlardır. Hz.İmâm; hükümetin bir yandan dıştaki, bir yandan içteki muhaliflerle uğraşmasından faydalanmışlar ve İslâm’ın gerçek esaslarını, ilmi, hikmeti yaymışlardır. Sahâbeden olup Hz.İmâm’ın zamanına ulaşanlardan ve tâbiinden birçok kişi, kendilerinden faydalanmışlar, rivâyetlerde bulunmuşlardır. Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın bir de tefsirleri vardır.
Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, Hicret’in 114. yılı (Milâdi 733) Zilhicce ayının 7. günü Hak’ka kavuşmuştur. Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, Ümeyye oğulları tarafından zehirlettirilerek şehâdet makamına ermişlerdir. Ömürleri 57 yıl, 5 ay, 7 gün’dür.
Hz.İmâm Muhammed Bâkır vasiyyetleri mucibince, Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık tarafından yıkanıp techîz ve tekfîn edilmişler, namazları da Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık tarafından kılınmıştır. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, Medine-i Münevvere’deki Baki mezarlığında, babaları Hz.İmâm Zeynel Âbidin’in yanına defnedilmişlerdir.
Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’a intikal etmiştir.
En doğrusunu Allah bilir.
Vecîzelerinin Bir Kısmı
Allah o mümine rahmet etsin ki; dilini tutar da kötü söz söylemez. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak’kın kendisine verdiği sadakadır. Dilini tutmadıkça hiç kimse, günahlardan kurtulamaz.
Amel ancak bilgi ile beraber olursa makbuldür. Bilgi de amelle olur. Bilgi sahibine bu bilgisi, ameline kılavuzluk eder. Bilgisiz kişinin ameli ise beyhudedir.
Aşağılık ruhtaki bir kimsenin silâhı; kötü sözdür, iftiradır.
Bilgisinden faydalanılan bir bilgin, ibâdetle meşgul olan bin kişiden daha yararlıdır. Bir bilginin ölümü, şeytanı yetmiş ibâdet edicinin ölümünden daha çok sevindirir.
Bu dünyada bir büyük belâya çatmış bulunuyoruz. Zira bu halk, bizim göstereceğimiz yoldan başka Hak’ka giden bir yol bulamaz. Buna karşılık ne yazık ki; bunlar çok defa bizim sözümüzü dinlemezler.
Cenâb-ı Hak’kı her zaman aklınızda bulundurun; tâ ki sizleri görünmez kaza ve belâlardan korusun!
Doğru ve güzel sözü kim söylerse söylesin; bunu kabul ediniz. Varsın isterse bu sözü söyleyen sözünü tutmasın. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de; “Onlar ki doğru sözü dinlerler ve sözün güzeline uyarlar; Allah’ın doğru yola götürdükleri kişiler kendileridir.” buyurmuştur.
Doğruluk ve hidâyet kapısını bilene, onunla amel edenin ecri kadar ecir verilir. Onunla amel edenle, ecirlerinden de bir şey eksilmez. Buna karşılık sapıklık yoluna giden, bir sapıklık icat eden kimseye de, o sapıklıkla amel edenlerin işledikleri günah kadar günah yazılır. O sapık yolda gidenlerin günahlarından da bir şey eksilmez.
Eline fırsat geçer geçmez bundan âzâmi istifadeye sakın kalkışma! Fırsatçılık meydanı öyle bir meydandır ki, bu meydana düşenleri sonunda mahrumiyete götürür.
Gönül zenginliği gibi zenginlik yoktur. Gönül fukaralığı kadar da, fukaralık yoktur ve olamaz. En yüksek irfân, kendi kendini tanımaktır. İyi sıhhat kadar büyük bir nimet bulunamaz. Başarı kazanmak kadar âfiyet yoktur. Gayreti ve azmi uzattıkça uzatmak gibi yücelik olamaz. Dünya mallarına karşı isteği azaltmak kadar zahitlik yoktur. İnsaf kadar adâlet olamaz. Hevâ ve hevese uymak kadar günah işlenemez. Allah’ın farzlarını yerine getirmek gibi itâat yoktur. Akılsızlık kadar musîbet düşünülemez. İşlenen bir suçu küçümsemek kadar fena şey olamaz. Haksızlığa ve kötülere karşı savaşmak gibi üstünlük yoktur. Gönül isteği ile savaşmak kadar da savaş olamaz. Öfkeyi yenmek kadar kuvvet yoktur. Tamah etmek derecesinde alçalış da olamaz.
Gönülleri aydın olanlar, ka’tiyyen dünya işleri peşlerinde koşmazlar. Her zaman öteki dünyayı düşünürler. Onların kulakları, gökten gelen seslere açık, gözleri ilâhi nur ile doludur. Gökten gelen sesleri gönül kulağı ile dinlerler ve bunları sanki öz kulakları ile dinliyormuş gibi olurlar. Onların gönül gözleri ile gördüklerini, bayağı gözlerle görmek mümkün değildir. Ve neticede en temiz olanların makamlarına erişirler. Bunlar pak ve olgun dostlardır. Seni her zaman saâdet yoluna yolcu ederler. Sana her zaman fazîlet ve kemâl yolunu gösterirler.
Güler yüz ile tatlı söz; insana sevgi ve saygı kazandırır. Asık surat ile kötü söz ise, ancak nefret uyandırır. Böyleleri, insanları Allah’tan uzaklaştırır.
Günah işlemekten, sapık yollara düşmekten çekinin! İbâdette kusur etmeyin! Yalandan sakınıp ancak doğru söyleyin! Emanete ihânet etmeyin! İyi kimse olsun, kötü kimse olsun; size biri bir şey emanet etti mi, onu istediği vakit bunu kendisine geri verin! Bana Ali bin Ebû Tâlib’i öldüren bile bir şey emanet etseydi, bunu kendisine geri verirdim.
Her işinde doğru ol! Boş ve beyhude işlerle uğraşmaktan sakın! Düşmanından her zaman çekin ve dostunu da çekindir!
Her üstün ve iyi şeyden daha üstünü ve daha iyisi; adâlet ve ihsândır. Onun için Cenâb-ı Hak; adâlet ve ihsânı emreder.
İnsanın ilmi ile beraber hilmi de olması ne kadar güzel olur. Sabırlı ve bilgili olmak, fazîletlerin en üstünüdür.
İnsanın yüreğine az olsun, çok olsun bir defa kibir girecek olursa, bu kibir ne miktar girerse, aklı da o miktar da azalır.
İnsanoğlu için şu noksanlık yeter ki; Başkalarının kabahatlerini sayıp döktüğü halde, kendi kabahatini ve ayıbını görmez. Başkalarını kötü yola gitmekten men eder de, kendisi o kötü yolun yolcusudur. Ve hiçbir menfaati olmadığı halde, halka zulüm ve eziyet edilmesinden sevinç duyar.
Kardeşinde bile bulunsa, onda gördüğün fakat Allah’ın örttüğü bir kusuru söylemen fena bir şeydir. Onda olmayan kusuru söylemen ise iftiradır.
Kibirli ve gururlu olanlar ahmak bir cemâattir. Onların ahmaklıklarının ölçüsü, kibirleri ile mütenâsibtir. Yani ne kadar kibirli olursa o kadar ahmaktırlar.
Kullar, Cenâb-ı Hak’kın dergâhında duâ ettikleri zaman, bunu içten gelen huzûr ile yapmalıdırlar. Makbul olanı budur. İlâhi kaza ve belâyı, içten gelen duâdan başka hiçbir şey geri çeviremez.

Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:33
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Ehli Beytin Gülü İmam-ı Cafer-i Sadık



Yeryüzüne gelmiş en güzel nesildir Efendimiz Hazreti Muhammet Mustafa’nın nesli. Yüce Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de de andığı gibi bütün kainat O’nun için yaratılmıştır. İşte böyle yüce bir Peygamberin ümmetiyiz biz. Hazreti Efendimizin bu yüceliği elbetteki kendi yüce soyuna, ailesine yani Ehli Beyt’ine de geçmiştir. Kendisinden sonra gelen amcası, amcaoğlu ve damadı Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Ali’nin oğulları Hazreti Hasan ve Hüseyin efendilerimiz ve bunları çocukları da en büyük hürmeti görmüşlerdir ve insan neslinden. Sadece bütün İslam alemi için kara bir leke olan KERBELA OLAYINI saymazsak eğer, Ehli Beyt hakkı olan saygıyı ve itibarı yaşadıkları sürece görmüşlerdir. Tabiki bu Ehli Beyt’in de insanlara örnek olan yaşamından da kaynaklanmaktadır. Ehli Beyte ait bütün fertler, her zaman sırtlarına yüklenen sorumluluğun farkında olup, ona göre yaşamışlardır. Bu yüce şahsiyetlerin başında da İmamı Caferi Sadık elbetteki! Bu yazımızda da İmam-ı Cafer’in herkese örnek olması gereken yaşamından, yaptıklarından ve sözlerinden bir kısmına yer vermek istedik;
Güvenilir İmam
İmam Ca‘fer-i Sâdık (r.a) hem âlemlerin sultanı Efendimiz’in (s.a.v) neslinden gelen bir velî, hem de Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in (r.a) sahip olduğu “sıddîkıyet makamı”nın vârisi bir Allah dostu…
Onun dünyaya gelişiyle, ilim ve irfan nurları yeniden parlamaya başladı. Dedesi kâinatın efendisi sevgililer sevgilisi Muhammed Mustafa’nın (a.s) torunu Hz. Hüseyin Efendimiz’di (r.a). Annesi ise Hz. Ebû Bekir’in torunu Ebû Muhammed Kasım’ın kızı Ümmü Ferve’ydi. Anneannesi ise Hz. Âişe validemizin kız kardeşi Esmâ (r.a) annemizdi.
İmam Ca‘fer-i Sâdık (r.a) devrin gönüller sultanıydı. Kur’an ve Sünnet’i en iyi bilen bir aileden geliyordu. Önce onu dedesi, babası ve annesi Kur’an ve sünnet ilimleri konusunda yetiştirdi. O, zamanın en önemli ilim ehlinden hiç ayrılmadı. Zamanın en önemli hadis âlimleri Urve, Atâ, Nâfi ve İmam Zührî hazretlerinden hadis rivayet etti, onların hadis derslerine katıldı.
Kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, İmam Mâlik gibi devrin en büyük ilim sahipleri hadis nakletti. Pek çok hadis imamı onun hadislerini kitaplarına “hadislerine güvenilir (sika râvi)” diye aldılar. Zira o, Ebû Hâtim hazretlerinin dediği gibi bir zattı:
“İmam Ca‘fer-i Sâdık hazretleri, her konuda kendisine güvenilen bir âlimdi. Hatta o, kendisine güvenilip güvenilemeyeceği sorusu akla gelmeyecek kadar şahsına güven duyulan büyük bir ilim sahibiydi.”
Bir gün amcası Zeyd hakkında, Kelb kabilesinden Hakem b. Abbas’ın hakaret içeren şu sözlerini işitti:
“Sizin için astık Zeyd’i hurma dalına
Rastlamadık dürüst olup da asılanına”
Bu sözler üzerine İmam Ca‘fer-i Sâdık hazretlerinin dilinden şu sözler işitildi:
“Allahım! Göster şu kuluna köpeklerinden birini.”
Aradan günler geçti…
Bir haber duyuldu; bir aslan Kelb kabilesinden Hakem b. Abbas’ı paramparça etti diye… O, yüce Allah’ın nazlı kullarındandı. Hakk’a yönelen biriydi, niyazı kabul görendi.
Leys b. Sa‘d şöyle anlatıyor:
“113 (736) yılında hac görevimi yerine getirmek üzere hacca gitmiştim. Kâbe-i Muazzama’da bulunduğum bir gün Ebû Kubeys dağına çıktım. Orada Allah’a dua etmekte olan daha önce hiç görmediğim birine rastladım.
‘Ey rabbim! Ey rabbim!’ diyerek yüce Allah’a yalvarıyordu. Bir ara nefesi kesildi. Tam o anda, ‘Yâ hay! Yâ hay!’ dediğini hissettim.
Derken, yine nefessiz soluksuz kaldı. Bir süre sonra kendine geldi. Bu kez Allah’a şöyle dua etti:
‘Ey rabbim! Taze üzüm yemek istiyorum, bana ikram et. Hırkam eskidi, yenisini bana nasip eyle.’
Daha o sözlerini tamamlamamıştı ki, üzüm dolu bir sepet önüne geliverdi. Oysa üzüm mevsimi değildi. Ardından yanında iki hırka gördüm. Ama ben o hırkaların bir benzerini bu dünya üzerinde asla görmedim.
Önüne gelen üzümden ben de yemek istedim. Yanına gittim. Kendisine, ‘Bu işte ben de sana ortak oldum biliyor musun?’ dedim. ‘Sen dua ettikçe ben de âmin diye dua ettim’ dedim. Bana şöyle dedi:
‘Tabii ki yiyebilirsin, afiyet olsun’ dedi.
‘Ama ondan bir şeyler alıp saklama, yiyebildiğin kadar ye’ diye tembihledi.
Sözlerini tamamladıktan sonra, gelen iki hırkadan birini bana verdi:
‘Benim hırkaya ihtiyacım yok’ dedim.
Birini kendisi giydi. Diğerini de üzerine aldı, büründü.
Ve bu haldeyken Ebû Kubeys dağından indi. Ben de peşindeydim. İner inmez yanına biri geldi. Şöyle dedi:
‘Ey Allah Resûlü’nün evlâdı! Onu bana hediye etsene’ dedi. O da iki hırkayı gelen kişiye verdi. Ben kendisine, ‘Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) evlâdı kim?’ diye sordum.
Gelen kişi, ‘İşte bu zat. O, İmam Ca‘fer-i Sâdık hazretleridir’ dedi.
O zatın Ca‘fer-i Sâdık hazretleri olduğunu öğrenince hemen peşine düştüm. Belki biraz daha hadis öğrenirim diye umutlandım. Ne yazık ki onu bir daha göremedim.”
Güzel Sözleri
Bir iyiliğin tamamlanması için yapılanları gözde küçük görmek, etrafa yaymayıp gizlemek ve acele davranmak gerekir.
Bir insan, “Yüce Allah bir şeydedir, bir şeyin parçasıdır veya bir şeyin üstündedir”derse, Allah’a mekân tahsis etmiş olur ve şirke düşer. Çünkü yüce Allah, bir şeyin üstünde olursa taşınmış olur. Bir şeyin içindedir denilirse, bunun anlamı Allah sınırlıdır demek olur. Bir şeyin parçasıdır demek ise Allah’ın sonradan yaratılmış olduğunu söylemek anlamına gelir.
Ca‘fer-i Sâdık hazretleri, elbisesinin altına yünden yapılma kısa ama kalın bir cübbe giyerdi. Dış elbise olarak da ipek ve yün karışımı astarlı bir elbise kullanırdı. Neden bu şekilde giyindiğini merak edenlere ise şöyle söylerdi:
“Biz cübbeyi Allah için, ipek ve yünden yapılma süslü elbiseyi de sizin için giyiyoruz. Biz Allah için olanı gizledik. Sizin için olanı ise açığa çıkardık.”
Eğer bir günah işlersen, hemen Allah’tan bağışlanmanı iste. Zira işlenen günahlar, henüz yaratılmadan önce, insanların boyunlarına asılan yaftalara benzer. Sakın günah işlemekte ısrar etme ve Allah’tan bağışlanma isteğini asla terketme.
Yüce Allah dünyaya şöyle vahyetti: “Bana hizmet edene sen de hizmet et. Bana hizmet etmeyeni ise kendine hizmetçi edin, o kişi dünyalık işlerle sana hizmet etsin.”
Yalancının mürüvveti olmaz.
Başkasının iyiliğini çekemeyen hasetçi rahat yüzü göremez.
Cimrinin dostu olmaz.
Dünyasından bezmiş kişilerin kardeşliği görülmez.
Huyu kötü olana hürmet edilmez.
Harama el uzatma, Allah’ın emirlerine sarıl, Allah’ın âbid kulu olursun.
Allah’ın sana nasip ettiği kısmete razı ol, o vakit gerçek müslüman olursun.
İnsanların, seninle nasıl arkadaş olmalarını arzu ediyorsan, onlarla o şekilde dostluk kur, o zaman güvenilen bir insan olursun.
Kötü kişiyle arkadaşlık yapma. Çünkü o, sana kötülüklerini öğretir.
Bir sülâleye mensup olmadan asalet iddia eden ve saltanata kavuşmadan güçlü olmak isteyen kişinin, günahın zillete düşürmesinden Allah’a itaat etme izzetine yükselmesi gerekir.
Vefatı
80 (699) yılında doğan İmam Ca‘fer-i Sâdık hazretleri, 148 (765) yılında Medine’de vefat etti. Cennetü’l-bakî Mezarlığı’nda babası Muhammed-i Bâkır ile dedesi Zeynelâbidîn ve dedesinin babası Hasan b. Ali’nin (Allah hepsinden razı olsun) yanına defnedildi.
Allahım! O kabir ne güzel!…
Orada yatan ne yüce insan!…
Ne kadar şerefli bir zat!…
Bu zatın ardından, tasavvuf yolunun nice mânevî sırları, ruhaniyet yoluyla Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine geçti. Bu yolun şanlı, şerefli imamı artık o oldu. Şimdi zamanın sultanı o idi. Sıra onda…
Allah Teâlâ bizleri kendisinden ayırmasın.
Allah Teâlâ makamını yüceltsin.

Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:39
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
İmam Caferi Sadık (r.a.)
Allahu Teâla (c.c.) hidayet etmiş olduğu kulunun gönlünü açarak nuru ile onu nurlandırır, ona feraset bahşeder, ilim hikmet nasip eder, onu marifet yoluna sevk eder. Yani irşada münasip eyler. Âdem (a.s.) gibi halife tayın eder. Zamanın halifesi seçer. Nebi (s.a.v.) efendimizden gelen nur, onun anlında karar kılar, anlında parlar. Âdem (a.s.) da olduğu gibi zamanında irşat olacak olan ruhlar, ona arz edilir. Bu hale vakıf olan arif arz olunan ruhları manevi takibe alır ve onların üzerinde tasavvufunu işler. Ruhaniyet ile gelen yol olsun, nefis ile gelen yol olsun yani ister Kadiri ister Nakşî olsun dergâhı izzetinde her birini fıtratı gereğince terbiye eder.
Büyük mutasavvıf Hz. Caferi Sadık on iki imamların altıncısı Silsileyi Aliye’nin ve Hüseyni tarikatının da dördüncüsüdür. Babası Muhammet Bakır dedesi Zeynel Abidin, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizdir. 702 senesinde Medineyi Münevvere’de doğdu. 765 senesine vefat etti. Cennetül Baki’de babasının dedesinin yanına defnolundu.
Hz. Caferi sadık’ın nasihatleri:
Süfyânı Sevrî Hazretleri, bir gün Caferî Sadık’ın evine gitti. Caferî Sadık: "Ey Süfyân! Sen, zaman zaman sultan ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamanın hâli bunu icap ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git!" Süfyânı Sevrî; "Bana bir hâdisi şerif nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, Ey İmam! Senden nasihat alacak bir şey işitip gideyim." dedi.
Caferi Sadık; "Çok sözün sana faydası yoktur. Ben atalarımdan rivayetle Resûlullah'tan bildirilen şu üç şeyi sana anlatayım." dedi. Bu üç şey şudur: Allahu Teâlâ’nın nimetine kavuşan ve bu nimetin devamlı olmasını isteyen kimse, Allah'a hamd ve şükrünü çoğaltsın! Zira Allahu Teâlâ Kur'ânı Kerim’de İbrahim Suresi onuncu ayetinde mealen; "Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim." buyurdu.
Bir kimse, rızkı azaldığı zaman çok tövbe ve istiğfar etsin! Zira Allahu Teâlâ Nuh Suresinde tövbe ve istiğfar edenlerin, günahlarını bağışlayacağını ve rızklarını arttıracağını vaat ediyor. Bir kimse sultandan veya herhangi şeyden sıkıntı görür ve bir belâya uğrarsa; "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-Aliyyil-Azim." desin!
Bunun üzerine Süfyânı Sevrî, İmam Cafer’in elini tuttu ve ona dedi ki: "Hepsi, bu üçü müdür?" Caferî Sadık; "Bunları iyi anla! Allahu Teâlâ’ya yemin ederek söylüyorum ki, bunları yaparsan çok ihsanlara, iyiliklere kavuşursun." buyurdu.
Bir gün Caferî Sadık’a sordular: "Allahu Teâlâ, faizi niçin haram kılmıştır?" Buyurdu ki: "İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsanda bulunmaları için, Allahu Teâlâ onu haram etti. Faiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyada menfaat bekleyen çok olurdu."
Yine buyurdular ki: "Beş kimsenin sohbetinden, yani beş kimse ile beraber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan söyleyenden sakın. Çünkü ona daima aldanırsın. Sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan yani aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine yarayacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü, kötü kalpli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca, seni harcar. Beşincisi, fâsıktan yani günah işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü seni bir lokma ekmeğe satar."
"Bir mümin kardeşine ait hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır. Bulamazsan belki benim anlamadığım bir özür kapısı vardır de ve kapa."
"Müslüman kardeşinizden manasını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kabil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayınız."
"Bir hata işlediğiniz zaman istiğfar edin, hatada ısrar, helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfara devam etsin."
"Mihnete şükretmeyen, nimete şükretmez."
"Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahu Teâlâ, meleklerini gökten yere indirir. Meleklerin yanında gümüşten sahifeler ve altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar Resûlullah'a okunan salâvatı yazarlar."
Allahu Teâlâ, dünyaya emretti ki: "Ey dünya, bana hizmet edene, sen de hizmetçi ol! Senin peşinden koşana da zahmet, sıkıntı ver!"
"Şu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz: Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak, Misafire hizmet etmek, Yüz tane hizmetçisi olsa, muhtaç olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek. İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek."
"Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yani, Allah'ın dilediği olur, kuvvet O'nundur) desin!"
"Malı ve evlâdı çok olmasını isteyen, nebatî, sebze yemek çok yesin!"
"Din âlimleri fakihler, sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça peygamberlerin vekilleridir."
"Namaz, her takva sahibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihadıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel, ibadet, hayırlı iş yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer."
"Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. İktisat eden, tasarrufa riayet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır."
"Ana-babasını üzen, onlara isyan etmiş olur. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur. Allahu Teâlâ sabrı, musibet miktarınca indirir."
"Takvadan, Allahu Teâlâ’dan korkup haramlardan sakınmaktan daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur." "İyilik üç şeyle tamam olur: O iyiliği yapmakta acele etmek. Yaptığı iyiliği gözünde büyütmemek, daima küçük görmek… İyiliği yaparken, gizlice yapmak…"
"Günahlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahu Teâlâ’ya karşı mağrur olmak, kibirli olmaktır."
"Uzun emel sahibi olmak ve her şeyi sonraya bırakmak, perişanlık ve düşüncesizliktir."
"Allahu Teâlâ’nın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebep olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibadet ederdim gibi sözler söylemek, kişinin helâkidir."
"Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur: 1. Ateş, 2. Düşmanlık, 3. Fakirlik, 4. Hastalık."
"Kız evlâtlar, ana-babası için hayır ve hasenattırlar. Oğlanlar ise, nimettirler. Hasenat sahibi olanlar sevap kazanır. Nimetlerden ise hesaba çekilir, sual sorulur."
"Bir kimse, kusur, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı zaman pişmanlık duyup kötü işlerinden vazgeçmiyorsa ve tenha bir yerde olduğu zaman Allahu Teâlâ’dan korkmuyorsa, onda hayır yoktur."
"Üç şey vardır ki, Müslümanları çok aziz, şerefli eder: Kendisine zulüm edeni affetmek. Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak… Kendisini aramayanları, arayıp hâllerini sormak..."
Bir gün devrin meşhur âlim ve zahitlerinden Davudî Tâî, Caferî Sadık’ın yanına gelmişti. Ona dedi ki: "Ey Peygamber efendimizin torunu! Bana bir nasihat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki: "Ey Davut! Sen, zamanımızın en zahidi, Allah'tan en çok korkanısın. Benim nasihatime ne ihtiyacın var?"
"Ey Resûlullah'ın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasihat vermeniz, üzerinize vaciptir, borçtur."
"Ey Davut! Ben kıyamet günü gelince, ceddim Muhammed Aleyhisselamın elimden yakalayıp; "Niçin bana hakkıyla uymadın?" demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep, soy işi değil, ibadet ve amel işidir. Davudî Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki "Ya Rabbi! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delildir. Dedesi Resul Aleyhisselam, annesi Betûl (Hazreti Fâtıma) olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!"
Caferî Sadık Hazretlerinin, Oğlu Musa Kazım’a Nasîhatı
"Ey oğlum, kendi rızkına razı ol! Kendi rızkına razı olan, kimseye muhtaç olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakir olarak ölür. Allahu Teâlâ’nın taksim ettiği rızka razı olmayan, O'nu kaza ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkileri büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.
"Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın."
"Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişare eder danışır, fikrini alır."
"Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyaretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar." "Ey oğlum, Allahu Teâlâ’nın kitabını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülüğü nehyedici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz taşımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur."
Kendinde kul hakkı bulunan kimse şu dört şeyden mahrum olur: Büyüklerin sohbetinden, Küçüklerin hürmetinden, Hakkın hidayet devletinden, Şefkat ve merhametinden.
İmam Caferî Sadık hazretlerinin, rivayet ettiği hâdisi şeriflerden bazıları şunlardır: Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Allahu Teâlâ’nın hidayete kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahu Teâlâ’nın hidayet vermediğini, kimse hidayete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahu Teâlâ’nın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed Aleyhisselamın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bidatlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır."
"İlim, hazinedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahu Teâlâ size merhamet etsin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevap vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara icabet edenlere…"
Rivayet ettiği hâdisi kutsî'de: "Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan, kal'aya girmiş olur. Kal'ama giren de, azabımdan kurtulur." buyruldu.
İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri Müsned'inde buyuruyor ki: Cebrail’in Allahu Teâlâ’dan naklen, Peygamber efendimize; "Lâ ilâhe illallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî ve men dehale hısnî, emine min azâbî" şeklindeki duayı her kim rivayet edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifa bulur.

Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:40
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
HZ. CAFERİ SADIK’IN BAZI KERAMETLERİ:
Zamanın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: "Hemen git, İmam Cafer’i buraya getir. Onu hemen öldürmek istiyorum."
Vezir: "Evinde oturmuş, gece-gündüz ibadetle meşgul olan, devlet işlerine karışmayan bu kimseyi öldürmekten vazgeç!" dedi. Hükümdarı bundan vazgeçirmek için epey dil döktü. Fakat ikna edemedi. Mecburen çağırmaya gitti. Vezir çağırmaya gidince, hükümdar cellâtlara emir verdi.
"İmam Cafer içeri girince, ben başımdan külâhımı çıkardığım zaman hemen başını vuracaksınız!" Bir müddet sonra, İmam Cafer Sadık hazretleri içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevazu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu. Kendisi edeple karşısına diz çöküp oturdu. Cellâtlar ve hizmetçiler şaşırıp kaldılar. Hükümdar, Cafer Sadık’a:
"Efendim, benden bir emriniz, isteğiniz olursa hemen emredin, yapayım." dedi. Caferî Sadık hazretleri; "Senden bir ricam yok. Beni bir daha yanına çağırma! Rabbime ibadetten beni alıkoyma, başka bir şey istemem." buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikramla onu uğurladı. Gittikten sonra vücudunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: "Bu ne hâldir. Hani o zatı öldürtecektiniz?"
Hükümdar; "O içeri girince, yanında büyük bir aslan gördüm. Lisanı hâl ile bana; "Onu incitirsen seni parça parça ederim." diyordu. Bunu görünce ne yapacağımı şaşırdım." dedi.

Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:42
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Themenicon    Modern ilmin babası: İmam Cafer Sadık

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Modern ilmin babası: İmam Cafer Sadık
Batı’nın “Arşebül” diye sahiplendiği Horasanlı Cabir’e “Cebîr ilmi”ni İmam Cafer öğretti ama torunları ikiyle ikiyi toplayamıyor
“Benden 75 yıl sonra büyük bir ilim yıldızı gelecek. Dünya nura gark olacak”

Bu yazının konusu büyük âlim, ârif, fakîh, güzel kul, saf kan evlad-ı Rasul, İmam Cafer Sadık HAZRETLERİ(702-765)'dir.

Peygamberlerin Efendisi’nin irtihalinin üzerinden 70 sene geçmiştir. Hicretin 80. senesidir. Medine’de, büyükdedesi Hz. Ali'ye r.a. çok benzeyen, keskin nazarlı, nur yüzlü, nur bedenli pembe-beyaz bir çocuk dünyaya gelir. O, ne gözleriyle, ne diliyle hiç yalan söylemeyen bir çocuktur. Bunun için tarih ona “Sâdık” lakabını layık görecektir. Mutlu ve kutlu bir çocuktur. Babası, el değmemiş ilimler sahibi Muhammed Bakır Hz. Hüseyin'in, annesi Kasım b. Muhammed'in kızı Ümmü Ferve ise, Hz. Ebu Bekir'in torunuydu. Yolu açık, yıldızı parlaktı. O, nesline ve nesebine sadık bir imam-ı celil olacaktı.

Cafer, “El-Alîm” esmasının sırrıyla donatılmış farklı bir çocuktu. Büyük ceddinin, “Benden 75 yıl sonra büyük bir ilim yıldızı gelecek. Dünya nura gark olacak” şeklindeki peygamberî müjdesi ezan-ı Muhammedî ile beraber kulağına okunmuştu. Divan çok önceden kurulmuş, kalem yazmış kurumuştu! Fakat hayat kumaşının, ibret-i âlem için dünya sahnesinde yeniden dokunması gerekiyordu.

Cafer, Efendimiz’e s.a.v. kıyasen beşinci torundu. Bu, mana ilimlerinde çok özel bir hikmete de işaret ediyordu. Dedesi İmam Zeynelabidin’den keskin nazarlarını tevarüs etmişti. İmam Zeynelabidin Hazretleri yüzüne bakılması çok zor bir insandı. Bir insanın onunla tesadüfen göz göze gelmesi, iç dünyasındaki yanlışlarla beraber doğruların da yıkılması anlamına gelebilirdi. Bu yüzden sürekli peçe ile dolaşırdı. Evinin damından Kabe’yi nazarına alıp tarif edilmez bir cereyan alışverişi içinde sekiz saat nazar ettiği rivayet edilmektedir. Abdullah-ı Dehlevî Hazretlerinde de aynı sırrı görüyoruz.

Cafer de daha çocukluğundan itibaren aynı nâfiz nazarlara vâris olmakla birlikte peçesiz gezerdi. Nazarlarının özel bir canlandırma gücü vardı. Ehline malum bu hâl, bir nevi irsad usulü oluyordu. İlim talim etmeye başladığı yıllarda, başka bir hocanın altı ayda anlattığı dersi o, yarım saatte anlatırdı. Ondan ders alan talebeler, kendileriyle beraber derse başlayan bir kimsenin üç senede vardığı noktaya, rahatlıkla iki saatte ulaşırdı. Sür’ati müthiş bir şeydi. Madde ilimleri açısından bu özelliğini büyük dedesi Hz.Ali’den k.v. aldığını söylerdi. İlmin kapısı İmam Ali’nin bütün ilmi bu istidatlı torununda mücessemleşmişti.

Bu nazarların bizzat tecelli ettiği iki önemli isimden bahsediliyor. Birisi, Hanefi mezhebinin imamı, İmam Azam k.s. diğeri ise Horasanlı alim Cabir bin Hayyan.. İmam Azam, her gördüğü yerde hürmetle selam verir fakat Cafer Sadık Hazretlerinin sohbetlerine katılmazdı. Vefatından bir buçuk iki sene evvel yine böyle bir selamlaşmadan sonra büyük imama nazar etti. Ebu Hanife, koşarak evine gitti. Tahammül edemedi. Bu hadisenin akabinde bütün bir hayatına bedel olacak tasavvufi yönelişi gerçekleşmiş oluyordu. Elbette ki bu ruhi patlama, beşeri sıfatlar içersindeki mezhebini ilgilendiren bir hadise değildi. İslâmiyete hizmetinin neticesinde tecelli eden, zaman ve mekan aşımıyla elde edilen “Şu iki yıl olmasa Numan helâk olmuştu” dedirtecek güçte şahşi ruhi bir değişimdi.

Horasanlı Cabir’in hikâyesi de insanlığın maddi seyrini değiştirmek açısından Ebu Hanife Hazretlerinin öyküsünden aşağı değildi. Cabir, anne duası ve birikimiyle fıkıh tahsili için Medine’ye doğru yola çıkmış, çok saf çok temiz bir kalp aynasına sahip gencecik bir delikanlıydı. Köy hocası olmak ve ailesinin geçimini temin için parça buçuk bir ilim öğrenmeye gelmişti. Medine’ye iner inmez bu civarın en iyi hocasını soruşturmaya başladı. Alacağı ilim az da olsa, hocası çok iyi olmalıydı. Çünkü annesi “En iyi hocada oku!” demişti.

Bu yörenin en iyi hocasının Cafer Sadık isminde bir peygamber evladı olduğunu öğrenmişti. Fakat ondan ders alabilmesi için iki sene beklemesi gerekiyordu. Yüreği yandı. Bu kadar bekleyecek ne parası ne takati vardı. O anda umulmadık bir şey oldu. Hz. Cafer oradan geçiyordu. Bu saf delikanlıyı vazgeçirmeye çalışanlara, “Bırakın, yarın derse gelsin, başlayalım” deyiverdi.

İmam Cafer, birkaç gün genç talebesinin samimiyetini, saflığını ve iyi niyetini denedi. Tam işlenecek gibi tertemiz bir cevher bulmuştu. “Sana şimdiye kadar kimseye öğretmediğim bir ilmi öğreteceğim.” dedi “ve bu ilme de senin ismini koyacağım”

Öyle de oldu. İmam Cafer Horasanlı Cabir’e “Cebîr ilmi”ni öğretti. Doğrusu; bu ilim ondan sonra “cebir” oldu. Ustası tane tane anlattı. Talebesi ince ince yazdı. Ve ilk cebir kitabı böylece gökten yere inmiş oldu.

Televizyonun dalga hareketlerinde, arabanın motorunda hep bu ilmin ışıltıları parlayacaktı, ancak bin yol sonra…

Bir ilim daha vardı Horasanlı’nın öğrenmesi gereken: “İlm-i Cefîr” Bu mânâ ilimlerinin tadını aldıktan sonra artık onda dünya rağbeti de kalmamıştı.

Haluk Nurbaki Hoca’dan dinlemiştim. Horasanlı Cabir’in El-Cabiriyye kitabını Fransız Milli Kütüphanesinde görmüş. Tek nüsha ve sadece orada, bakan emriyle görülecek kitaplar dairesinde… Paris Üniversitesince asırlarca ders kitabı olarak okutulmuş bu kitap…

Şimdi… İmam Cafer diyince, adı tasavvuf kitaplarında kalmış bir arif kişi deil sadece. O, insan aklıyla izah edilemez formüllerin ve teknolojinin babası olan ilimlerin kaşifi aynı zamanda. O, müjdelenmiş “büyük ilim yıldızı’dır.Onu böyle anlayabiliriz ancak.

Bugün Batı teknolojisine ağzımız açık hayran hayran bakıyoruz da değirmenin suyunu hiç merak etmiyoruz nereden geliyor. Hz. Cafer olmasa fizik ilmi olur muydu, diye düşünemiyoruz bile. Çünkü onun hakkındaki derin ilmimiz ancak birkaç kuru cümle kuracak kadar!

Ona büyük ceddi, büyük alim Ali r.a’dan intikal eden “cefîr ilmi” ise bu yazının sınırlarını aşar. O, ehl-i tarik ebced ulemasının ihtisas alanına giriyor. Ve bilenlerinin sayısı sonsuza kadar nadirattan kalacak bir alan bu…

İmam Cafer’in tefsir ilmindeki seçkinliğini konuşmalıyız bugün özellikle. Tasavvufî tefsirlerden sarf-ı nazar edilerek hazırlanan modern (!) meal-tefsirler diş ağrıtıyor, baş ağrıtıyor, göz yaşartıyor. Cafer Sadık Hazretlerinin mevcudiyeti, kendi devrinde ve sonrasında pek çok alîl tefsir kitabının önünü kesmiştir. Kilitlemiştir adeta. Ruhü’l-beyân ve İbni Acîbe tefsirleriyle tasavvufî hakikatlere ünsiyet kesbedebilirsek, İmam Cafer ilimlerinden nasipli hakiki ilim adamlarımız dünyanın ma’kus talihini değiştirecek keşiflere imza atabilirler belki…

Caferî olduklarını söyleyen alimlere de çok iş düşüyor bu açıdan. Muhabbet ve dirayet noktasında…“Kim bir iş üzerinde beş defa “Rabbenâ” derse, Allâh onu korktuğundan kurtarır ve istediğini verir. “Rabbenâ” dedikten sonra, Al-i İmran Suresi’nin 190. ayetinden 195. ayetine kadar okumalıdır.” derdi. İmam Cafer’den bunu duyanlar burayı okurlar, rabbenâ rabbenâ derler, kederleri zail olurdu.

Şöye dua ederdi: “Rabbim! Sana itaat edersem, buna karşılık hamd Sanadır. Eğer Sana isyan edersem, bunu haklı gösterecek bir delil yoktur. Sana, Seni görürcesine ibadet etmek, ne benim elimle, ne başkasının işleyişiyledir. Ancak Senin lutfunladır. Eğer Sana isyan edersek, bunda ne benim gösterebileceğim bir huccet, ne de başkasının gösterebileceği bir delil vardır.”

Naklolunduğuna göre birgün Halife Mansur'un yüzüne bir sinek konar. Mansur, her ne kadar sineği kovarsa da bir türlü onu uzaklaştırmaya muvaffak olamaz. O sırada Ca'fer-i Sadık halifenin yanına gelir. Mansur sorar:

- "Allah'ın sineği yaratmasındaki hikmet nedir?" Ca'fer der ki:

- "Zalimlere ve mağrurlara bir sineğe bile güç yetiremediklerini göstermektir.

Sırtındaki ihtişamlı kaftanı bir peygamber evladına yakıştıramayan Maruf-ı Kerhî Hazretlerine ise kaftanın içindeki yamalı elbisesini göstererek:

"Dışımız halk için içimiz Hak içindir" der...


Cenab-ı Hak bizleri, onlar gibi hakiki "fakîr", hakiki “mazlûmîn ve mağdûrîn” zümresine ilhak etsin, şefaatleri ve himmetleri daim olsun dileriz.

ALİ RAMAZAN SÖNMEZ / http://www.HABERKULTUR.NET

Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 08:43
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
on_dokuz_ su an offline on_dokuz_  

71 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.11.2006
En Son On: 07.05.2010 - 17:01
Cinsiyeti: Erkek 
SELAMUN ALEYKUM

RABBİM BU YAZIYI YAZAN ARKADAŞTAN RAZI OL KIYAMET GÜNÜ ONUN YÜZÜNÜ NURLANDIR
Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 13:02
Bu mesajı bildir   on_dokuz_ üyenin diğer mesajları on_dokuz_`in Profili on_dokuz_ Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Ve Aleykümselam
Cümlemizden Kardesim
Ekleme Tarihi: 27.03.2010 - 13:25
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1301 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
hicran_50 (37), usri_yusraa (37), DÝYARBAKIR.. (33), ahmet_erdogan33.. (38), eryal (62), ((-AySeNuR-)) (29), Memet (43), berfo2004 (44), HÜKÜM (54), nerro_22 (34), engin03 (39), cenngiz (55), apo28 (41), KalbiGüzelKiz (41), ismail36 (38), hakikat_nuru (46), gencolhan (48), roket (39), yasarozdemir (44), harbi (55), yusuf_k9 (44), bhdr_84 (40), tugbali (37), orhan yurt (53), mehmet balaca (43), Mehmet Balaca (43), serkantokmak (49), rabiaaslan (39)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.77202 saniyede açıldı